Selamlar... Paris’e gideli neredeyse 1 ay olacak ama ben
daha şimdi yazabiliyorum. O derece yoruldum.
11 Şubat sabahında dehşetengiz kar fırtınası ile uyandım. Valizime son parçaları da koyduktan sonra hemen bir taksi çağırdım ve
kayan yollarda(neyse ki trafik yoktu) Havataş Taksim otobüslerine ulaştım.
Şansıma hemen kalktı otobüs ama neredeyse geç kalıyordum. Kar olduğu için malum
yavaş gitmek zorundaydı. Köprüde trafik yoktu, okullar kar sebebiyle tatildi.
Köprüden sonra acayip bir trafik vardı ama neyse ki yüreğim ağzımda yetiştim.
Ya kaçırsam ne yaparım diye düşünmeden edemedim ve sonunda Sabiha Gökçen’e
ulaştım. Önceden internetten check in yaptığım için sıra beklemeden hemen
valizimi teslim ettim ve 15 tl’lik harç pulumu aldım vezneden. Yine de iyi
gelmişim, biraz dolaşacak zaman bile buldum. Free shop’tan birkaç bir şey aldım
sonra da çıkışa doğru yol aldım. Daha önceden hep olağanüstü şeyler başıma
geldiği için yine öyle bir şey olur diye bekledim ama olmadı. Şans benimleydi.
Çıkış işlemlerimi yapan memur damgamı vurunca artık başıma bir şey gelmez diye
rahat bir nefes aldım ve uçuş kapısına ulaştım. Uçağa götüren otobüse biner
binmez rengarenk ve en az 5 kat giyinmiş yaşlı bir amca bana doğru gelerek
Fransızca bir şeyler söyledi. Ben daha çok ne giydiğiyle ilgileniyordum. İçine
yarım kollu bir tişört giymiş olmalı, onun üzerinde renkli ekose bir gömlek
vardı, gömleğin üzerinde yine renkli bir süveter, süveterin üzerinde bir hırka,
hırkanın üzerinde lila ve açık yeşil renklerde puf bir mont giymişti. Baktım
adam hala benimle Fransızca konuşuyor, “Sorry i don’t understand” dedim ve
çekildim. Hemen yanımdan bir başka adam, yaşlı amcayla Fransızca konuşmaya
başladı. Herhalde nereli olduğunu sormuş olacak ki konuşmalarından sadece “Sakarya”
kısmını anlayabildim. 2 kelime Fransızca bilmeden Fransa’ya gidersen böyle
Fransız kalırsın tabi ki. Uçağa hala varamamışken bir baktım, yaşlı amca
otobüste kendine Fransızca bilenlerden bir ortam yaratmış ve çevresindeki
herkes onunla konuşup gülüşüyorlar. O zaman yalnızlık nedir çok iyi anladım!
Uçakta yanıma Fransız bir çift oturmuştu. Ne konuştuklarını
anlamasam da aşk meşk tarzında bir şeylerdi büyük ihtimal. Öpüşmekten ve elma
yemekten başka bir şey yapmadılar. 3 saat yol çok uzun sürdü. Bir an önce
gitmek ve görmek istiyordum çünkü. Bizim yaşlı amca uçakta kendini aşarak
koltukları arkadaş arayarak dolaşıyordu, bense koltuğuma sinmiş bir an önce
uçağın inmesini diliyordum. Derken Paris Orly havaalanına ulaştık. Öncelikle
kontrolden geçmemiz gerekiyordu, kontrol noktasına giderken 5 siyahi kadın
İstanbul’dan gelenlerin beklemesi gereken yere yönlendirdi bizi. Uzun bir
kuyruk vardı ama ben kuyruğun ön sıralarındaydım. Önümdeki kadının sırası
geldiğinde ben başka şeylere odaklanmıştım ve dalmışım. Arkamdaki kadın bana
Fransızca bir şeyler söyledi anlamadım. Sonra memuru işaret edince sıranın bana
geldiğini idrak edebildim. Memur 2 kelime konuşmadı, daha çok vücut diliyle
anlaştık. Baş parmağımı makineye dayamamı istedi ve parmak izimi aldı ve
“buyrun geçebilirsiniz” dedi. Bu kadar kolay olmasına hala inanamıyordum. Sanki
bir yerden birileri çıkacak ve “Tutuklusunuz, giremezsiniz” diyeceklerdi.
Valizim bile çabucak geldi, oysa ben valizimin çalınacağını ya da kaybolacağını
düşünmüştüm. Valizimi aldıktan sonra atkı, bere ne varsa giyindim ve dışarı
çıktım. Hava o kadar sıcaktı ki atkıyı bereyi bırak kabanımı bile çıkartmak
istedim. O gün her şey yolunda gidiyordu ve ben başıma büyük bir şey geleceğini
düşünmeden edemiyordum. Kesin taksiciyle başıma bir şey gelecekti.
Gözlerim hep sarı arabalar aradı taksi niyetine ama orada
taksiler metal, parlak siyah ya da gümüş renkteymiş. Sarı taksi aradığım için
yanımdan geçenlere taksi nerede diye sorup duruyordum ve onlar da bana bu
arabaları gösteriyordu. Ben de “Nerede Allah’ım ya!” diye içimden sövüyordum.
Derken buldum bir tane taksi ve beni Boulogne Billancourt’a götürmesini
söyledim. Tabi anlamadı, muhtemelen telaffuz edilmesi zor bir dil olduğu için.
Ben de elimdeki adresi verdim ve benden çok farklı telaffuz ederek, “Tamam,
gidelim” dedi. Yolda epeyce sohbet ettik şoför abiyle. Havaların güzel olması
onlar için de ilginçmiş, bana şanslı olduğumu söyledi. Güneş gözlüğümü getirip
getirmediğimi falan sordu, ben de çantamda olduğunu söyledim. Sürekli yer yön
hakkında bilgi toplamaya çalıştım. Mesela şurası şuraya yakın mı diyorum,
yürüyerek 20 dakika, taksiyle 5 dakika diyor her yere. İyiymiş dedim, küçücük
bir yer demek ki. Yarım saat bile sürmeden müşterilerimizin ofisine gelmiştim,
orada müdürümle buluştuk. Bir gün önce ofiste olup ertesi gün Paris’te buluşmak
garipti tabi. Toplantı odalarına geçtik, benim bir işim yoktu aslında orada ama
oturdum öylece boş boş. Su içmek istedim, suyu ağzıma alır almaz tükürme isteği
geldi. Hiç öyle iğrenç bir su içmemiştim. Musluktan içsem eminim tadı daha
güzeldir diye düşündüm. Gerçi ben öyle çok su içen tiplerden değilim, 4 gün su
içmesem de olur diye düşündüm.
Toplantı bitince otele gitmek için bir taksi çağırdık.
İnsanlar 5’te ofisi kapatıp gidiyorlar orada, ne iyiymiş. Taksici takım
elbiseliydi, kapımı falan açtı. Sanırsın limuzinle gidiyoruz. Şanssızlığım ilk
defa ortaya çıktı, futbol maçı olduğu için trafik kilitti. Biz de taksiciyle
muhabbet ettik yine. Seine Nehri’nin yanından geçerken işte o anda büyülendim.
Nehrin üzerinde belli mesafelerde köprüler yapmışlar ve hepsinin üzerinde
heykeller ve tarihi eserler var. Derken Eyfel’i aydınlatılmış şekliyle gördüm.
Adeta parlıyordu ve büyüleyiciydi. Bir de lunaparka benzer bir yer gördük.
Dönme dolap ışık saçıyordu. İşte oralar Champsellyses’miş. Otelimiz La
Fayette’deydi. Şehrin tam göbeğinde olduğu için şanslıydık ama yine bir
şanssızlık daha yaşadık. Ellerimizde valizlerle asansör bozulduğu için
kalakaldık. Çünkü oda 5. Kattaydı, yürümekten başka çare kalmıyordu. Akşam
yemeği için Saint Germain’e gidecektik, bir imalatçımız da bizimle orada
buluşacaktı. Biz de bir umutla valizleri lobiye bıraktık, dönüşte asansör tamir
edilir de öyle çıkarırız diye düşünmüştük. Odamıza bir bakalım diye çıktık
yürüyerek. Daha küçük bir oda beklerken gayet ideal bir oda bulduk karşımızda.
2 yatağı birleştirmişler, müdürümle dip dibe uyuyacaktık. Banyo da güzeldi ama
tek kötü yanı tuvalette tahrat borusunun olmamasıydı. Bunu Paris’te hiç
bulamayacağımdan emindim. Makyajımı tazelerken oda telefonu çaldı,
resepsiyondaki adam aradı ve valizimi getirdiklerini söyledi. Ay ne hoş derken
adam nefes nefese çıkageldi. Teşekkür ettim. 5 dakika sonra yine kapı çaldı, bu
sefer de müdürümün valizini getirdi bir kadın. Biz de hazırlanıp çıktık odadan
ve biraz sokakta Avrupa havası alıp taksi bulup Saint Germain’e doğru yol
aldık.
Güzel ve şirin görünümlü bir restorana geldik. Brüksel midyesi
yememi önerdiler, ben de yanında bira ile kendime bir tencere midye söyledim. Bu
midye bizim pilavlı midyelere benzemiyor pek. Çünkü pilavsız :) ve şarapta pişiyormuş
ama bira ve patates kızartmasıyla iyi gittiğini söyleyebilirim. Garsonlar biraz
yavaş olduğu için ihtiyacımız olan şeyleri hemen yanımdaki standdan ben aldım. Üzerine
dondurmalı, meyveli waffle gibi değişik bir tatlı söyledik. Onun da tadı
güzeldi. Hesabı ödedikten sonra biraz yürümeye karar verdik. Ara sokaklardan
dolaşarak hem mağazalara bir göz attık hem de Seine Nehri üzerindeki bir
köprüye geldik. Köprünün hemen yanında bir heykel vardı, heykelin önünde nehire
bakan taraflarda demir parmaklıklara kilitler asılmıştı. Bunlar dilek kilidiymiş
meğer. Herkes dilek tutup kilit vuruyormuş, dilek gerçekleşirse kilidi açmaya
geliyorlarmış. O kadar çok kilit olduğunu gördükten sonra hiçbir dileğin
gerçekleşmediğine karar verdim ve yürümeye devam ettik. Gece ışıklandırma çok
güzeldi. Aslında kahve içecektik ama yürümek daha tatlı geldi o kadar şey
yedikten sonra. Yorulunca da taksiye binip otelimize ulaştık. Taksiler
fiyatlandırma olarak aynen İstanbul gibi, tek farkı TL değil de Euro
versiyonunda. Bize pahalı geliyor ama şirket ödüyor. :)
Bu arada otele döndüğümüzde asansör tamir edilmişti. Yatak da rahattı ama tek sorun alttan metro geçtiği için biraz sarsılıyorduk. 2. gün için sabırsızlanıyordum.
Bu arada otele döndüğümüzde asansör tamir edilmişti. Yatak da rahattı ama tek sorun alttan metro geçtiği için biraz sarsılıyorduk. 2. gün için sabırsızlanıyordum.