14 Şubat 2016 Pazar

14 Şubat

Merhaba,
Her yerde kalpli, çiçekli paylaşımlar görünce bir yazı yazmadan edemedim.
Benim için 14 Şubat kötü anı demek, dolayısıyla kutlamaktan pek zevk almam.
10 yıl önce, yani ben daha lisedeyken, ailecek başımıza kötü bir olay geldi. Daha doğrusu babamın başına geldi ve bütün aile şahit olduk.
Ben okuldan gelmiştim, eve çıkıp üzerimi değiştirmiştim. Ailecek güzel bir yemeğe gidecektik. Babamın dükkanı evimizin hemen altındaydı. Dükkana ilk ben inmiştim, annem ve kardeşim daha evde hazırlanıyorlardı. Babam da bilgisayarında son işlerini hallediyordu. Dükkanın giriş kapısında dışarıyı seyrediyordum beklerken. Yolun karşısında bir adam ise sürekli dükkanı izliyordu. O anda beni beğendi, öyle bakıyor diye düşünmüştüm o adamın davranışlarını.
Annem ve kardeşim de gelince arabaya geçtik. Babam da dükkanın kepenklerini indirip geleceğini söyledi. Biz arabada gülüşüp şakalaşırken dışarıda bir hareketlilik gözüme çarptı. Babam yerde sürükleniyordu, adamın biri ise babamın başına sopayla vurmaya çalışıyordu. Olayı idrak etmem uzun sürdü gibi hissettim. Sanki o anda zaman çok yavaş ilerliyordu. Acaba kafamda kuruyor muyum diye bile düşünmüştüm. Sonrasında uyanıp annemi dürttüm ve sadece babamı işaret edebildim. Babam o anda kendini yandaki telefoncu dükkanına atmıştı ki o adamı kameraya gösterebilsin. O adamın aslında bizi yolun karşısından gözetleyen adam olduğunu yeni fark etmiştim.
Babam sopayı kapıp adamı kovalamaya başlamıştı, adam ise son hızla koşturuyordu. Babam sopayla birlikte arabaya koştu, arabayı çalıştırdı ve o adamı takibe başladık. Bir yandan kafası kanıyordu babamın. O anda gözlerim doldu ve gizlice ağlamaya başladım. Benim üzüldüğümü görmesini istemiyordum. En sonunda adamın kaçtığı sokağa girdik fakat adam evine girdi sanırım kaybettik.
Önce hastaneye gittik, babamın başına pansuman yaptılar, oradan da emniyete gittik. Benim ifademi aldılar.
Olayın aslı babamın bir amcası arsa davası yüzünden babama gözdağı vermesi imiş. Babamı daha önce de birkaç kez gizli numaradan arayıp "Bu davadan vazgeç, iki çocuğun var" deyip telefonu kapatmışlar. Babam tabi ki bize söylememiş ama mahkemeye şahit olarak gittiğim için öğrenmiş bulundum. Hiç bir amca yeğenine böyle bir şey yapabilir mi aklım almıyor. Bir de işin ilginci ama bence gerçek: Kötüler daha uzun yaşıyor. 10 yıl önce babamın tüm amcaları ve babası yaşarken şimdi sadece bu amcası hayatta. Üstelik bu amcası en büyükleri.
Her neyse o gece yine de babamın inadı yüzünden, boğazımızdan geçmese de yemeğe gittik. Bu anıyı ise 10 yıl boyunca hiç unutamadım, unutabileceğimi de düşünmüyorum. Benim gözümden 14 Şubat böyle bir şey. Sevgililer gününüz kutlu olsun!

12 Ekim 2015 Pazartesi

Bu Ülkede Grip Olmak

         Öncelikle uzun bir aradan sonra merhaba sayfam.
         Konumuz grip olmak. Hani baş ağrısı, burun akıntısı, halsizlik, tat alamama vs. biliyorsun zaten. Hepsi tamam ama yanlış olan bunun küçümsenmesi.
Öncelikle hasta olunca nereye gidersin? Doktora, evet. O da tamam. Durumun kötüyse de acile gidersin diye biliyordum ama yanlışmış maalesef. Dün gece bir rulo tuvalet kağıdıyla uyudum, daha doğrusu uyumaya çalıştım, üşüdüm, hapşurdum. Sabah yataktan kalkamadım haliyle. Evde bile yürüyecek halim yokken bir doktora gitmem gerek dedim ve taksi çağırıp hastaneye gittim.
          Acile girdim ve girişteki adam neyim olduğunu sordu. Soğuk algınlığı dedim ama sanki onunla dalga geçiyormuşum gibi yüzüme baktı ve "Siz en iyisi polikliniklere gidin ve dahiliyeden randevu alın, durumunuz acillik değil" dedi. Memurdaki deneyim kimsede yok, üstelik benim durumumu bile hemen anladı vay be derken gittim hapşurup aksıranlarla dolu randevu kuyruğuna... Beklerken sanki daha hasta oluyormuşum gibi hissettim. Sanki ben bilmiyorum internetten randevu alıp gelmeyi. Acil olmasa deli miyim acile gideyim. Sıra bana gelince en az sıra olan bir doktor varsa onu istediğimi söyleyip çıktım doktorun odasının kapısına. Adımı en sonlarda görünce bana sinir geldi ve ağlamaya başladım. Topluluk içinde ağlamayı ya da duygu gösterisi yapmayı sevmem ama burnumdan akan sıvı artık gözümden de akmaya başladı. İnsanlar bana garip garip bakmaya başladı. Ben de babamı aradım ona döktüm içimi. Biraz sakinleştim ama biri şefkat gösterse direkt koyverecektim. Sıra bana geldi. Doktorun odasına girerken gözlerim doluydu. Uzaktan gören biri bu kız çocuğu doktordan korkuyor falan derdi. Doktora "Kusura bakmayın, beklerken sinirlerim bozuldu, beni acile almadılar da" dedim. O da sanki ben 10 yaşındaymışım gibi "Niye sinirin bozuldu bakayım, üzülme hep böyle. Kolun kırık ya da baygın değilsen veya araba çarpmamışsa bu hastalığı dikkate almazlar" dedi. Doğru da dedi. Bilsem acilin girişinde bayılıp çok hastayım numarası yapardım da herkes benimle ilgilenirdi. Çok da dürüst olmamak gerekiyormuş.
           Gel gelelim ateşim falan varmış, rapor da yazdı eve geldim tabi ama dinleneceğim saatler hastanede hem başkalarının hastalık kokusuyla hem de benim mikrop yaymamla geçti gitti. Öyle kötü bir sistem var ki birine refakat amaçlı hastaneye gelsen ertesi gün sen de hasta olursun. Özellikle kolun ya da bacağın kırılmadıysa hayat gerçekten zor senin için.
            Ben burada hasta insanlardan bahsettim ama bu ülkede kaldırımda yürüyen yaya da olsan veya otobüs yolculuğu yapan bir insan olsan bile kimse ölmeyeceğini veya sakat kalmayacağını garanti edemez. Allah'a emanet yaşıyoruz. Hiçbir şeyin güvencesi yok. Güzel ülkem benim...

25 Nisan 2015 Cumartesi

Hadi "Hayır"lısı...

Merhabalar... Uzun süredir yazmadığımın farkındayım ama büyük işlerle uğraşıyordum emin olabilirsiniz. Yemek yemek, çay içmek ve dizi izlemenin dışında kendime "Hayır" demeyi öğretiyordum mesela. Biraz geç olsa da öğrenebildim birkaç bir şey.

Malum satıcılar, pazarlamacılar çevremizde. Sokakta yakalayamasalar cep telefonundan musallat oluyorlar. Özellikle telefonla pazarlama yapanlara çok sinir oluyorum. Öncelikle sokakta yakalayanlardan başlayacağım.

Geçenlerde bir parfümeri mağazasına girdim, tek amacım saç kremi almaktı. Saç ürünleri satan reyona yöneldim ve bir görevliye saç kremi önerisini sorayım dedim. Sormaz olaydım. Başladı anlatmaya, yok efendim şu marka çok iyiymiş, uzmanlar ve kuaförler öneriyormuş, alırsam bir de şampuanını almam gerekirmiş. İkisi birlikte mükemmel etki yaratırmış. Derken yeni çıkan kuru şampuan ürününü tanıtmaya başladı falan. Baktım susmuyor ve almazsam devam edecek, ben de aldım ne verdiyse. Çok konuşan insanlara sinir olurum ama susmaları için de dediklerini yapıyorum galiba.

Bu aralar bir de telefondan sürekli bankalar, Türk Telekom, Turkcell vs. bana sarmış durumda. Bir yerlerde "Aha bu kız her şeyi satın alıyor, bunu arayın" diye reklamımı mı yapıyorlar merak ediyorum cidden. Yine geçen gün beni bir banka aradı, adını vermeyeyim. Yeni bir kredi kartları çıkmış da alırsam sürekli hediyeler gelecekmiş. Tatil hediyesi (iş yerimden de izin alıyor mu diye soramadım), alışverişte indirim vs. Ücreti ne kadar dedim, 75 dolar dedi. "Kalsın, istemiyorum" dedim. Neden istemediğimi sordu, ücretinden dolayı dedim. Adam hiç oralı olmadı ve devam etti "Ama işte efendim ücretini bu indirimlerle kaç kat katlayacaksınız" falan filan hala anlatıyor. Ben de "İyi tamam düşünürüm ama şimdi onaylamıyorum" dedim. Bana kartı illa gönderecekmiş, ben de okuyup öyle kararımı verecekmişim. Sussun diye yine tamam dedim.

Bugün de Türk Telekom'dan aradılar. Kullanmadığım ev telefonuma 500 dakika hediye vereceklermiş. Nasıl da mutlu oldum! Kadını bozmamak için sonuna kadar dinledim, sonuçta o da işini yapıyor. 1 yıl taahhüt verecekmişim, onlar da 500 dakika hediye edeceklermiş. Kadına ev telefonum bile olmadığını, internetten yararlanmak için bir hat bağlattığımı, cep telefonumun her şeye yettiğini ve uzun uzun istemediğimi anlattım. Kadın vazgeçmedi, ailem yararlanırmış(ailem kaç yüz km uzakta diyemedim) da sabahtan akşama çok ucuzmuş da bilmem ne devam etti. Şimdi sadece onayladığımı söylemem gerekiyormuş. Ben de "Onaylamıyorum, istemiyorum" dedim yine. "Neden hanımefendi?" diye soruyor. O an haykırasım geldi ama kendimi tuttum tabi. "Telefonum bile olmadığından olabilir mi?" dedim. Kadın da cevap olarak "Alabilirsiniz ama çok avantajlı" dediği anda telefonu yüzüne kapattım. Az daha olmayan telefonuma hediye kazanıyordum.

Bugün herhalde hayır demeyi öğrendim. Umarım özel hayatımda da demeye başlarım. "Hayır"lısı.

7 Mart 2015 Cumartesi

Paris Maceralarım 1. Gün

Selamlar... Paris’e gideli neredeyse 1 ay olacak ama ben daha şimdi yazabiliyorum. O derece yoruldum.
11 Şubat sabahında dehşetengiz kar fırtınası ile uyandım. Valizime son parçaları da koyduktan sonra hemen bir taksi çağırdım ve kayan yollarda(neyse ki trafik yoktu) Havataş Taksim otobüslerine ulaştım. Şansıma hemen kalktı otobüs ama neredeyse geç kalıyordum. Kar olduğu için malum yavaş gitmek zorundaydı. Köprüde trafik yoktu, okullar kar sebebiyle tatildi. Köprüden sonra acayip bir trafik vardı ama neyse ki yüreğim ağzımda yetiştim. Ya kaçırsam ne yaparım diye düşünmeden edemedim ve sonunda Sabiha Gökçen’e ulaştım. Önceden internetten check in yaptığım için sıra beklemeden hemen valizimi teslim ettim ve 15 tl’lik harç pulumu aldım vezneden. Yine de iyi gelmişim, biraz dolaşacak zaman bile buldum. Free shop’tan birkaç bir şey aldım sonra da çıkışa doğru yol aldım. Daha önceden hep olağanüstü şeyler başıma geldiği için yine öyle bir şey olur diye bekledim ama olmadı. Şans benimleydi. Çıkış işlemlerimi yapan memur damgamı vurunca artık başıma bir şey gelmez diye rahat bir nefes aldım ve uçuş kapısına ulaştım. Uçağa götüren otobüse biner binmez rengarenk ve en az 5 kat giyinmiş yaşlı bir amca bana doğru gelerek Fransızca bir şeyler söyledi. Ben daha çok ne giydiğiyle ilgileniyordum. İçine yarım kollu bir tişört giymiş olmalı, onun üzerinde renkli ekose bir gömlek vardı, gömleğin üzerinde yine renkli bir süveter, süveterin üzerinde bir hırka, hırkanın üzerinde lila ve açık yeşil renklerde puf bir mont giymişti. Baktım adam hala benimle Fransızca konuşuyor, “Sorry i don’t understand” dedim ve çekildim. Hemen yanımdan bir başka adam, yaşlı amcayla Fransızca konuşmaya başladı. Herhalde nereli olduğunu sormuş olacak ki konuşmalarından sadece “Sakarya” kısmını anlayabildim. 2 kelime Fransızca bilmeden Fransa’ya gidersen böyle Fransız kalırsın tabi ki. Uçağa hala varamamışken bir baktım, yaşlı amca otobüste kendine Fransızca bilenlerden bir ortam yaratmış ve çevresindeki herkes onunla konuşup gülüşüyorlar. O zaman yalnızlık nedir çok iyi anladım!
Uçakta yanıma Fransız bir çift oturmuştu. Ne konuştuklarını anlamasam da aşk meşk tarzında bir şeylerdi büyük ihtimal. Öpüşmekten ve elma yemekten başka bir şey yapmadılar. 3 saat yol çok uzun sürdü. Bir an önce gitmek ve görmek istiyordum çünkü. Bizim yaşlı amca uçakta kendini aşarak koltukları arkadaş arayarak dolaşıyordu, bense koltuğuma sinmiş bir an önce uçağın inmesini diliyordum. Derken Paris Orly havaalanına ulaştık. Öncelikle kontrolden geçmemiz gerekiyordu, kontrol noktasına giderken 5 siyahi kadın İstanbul’dan gelenlerin beklemesi gereken yere yönlendirdi bizi. Uzun bir kuyruk vardı ama ben kuyruğun ön sıralarındaydım. Önümdeki kadının sırası geldiğinde ben başka şeylere odaklanmıştım ve dalmışım. Arkamdaki kadın bana Fransızca bir şeyler söyledi anlamadım. Sonra memuru işaret edince sıranın bana geldiğini idrak edebildim. Memur 2 kelime konuşmadı, daha çok vücut diliyle anlaştık. Baş parmağımı makineye dayamamı istedi ve parmak izimi aldı ve “buyrun geçebilirsiniz” dedi. Bu kadar kolay olmasına hala inanamıyordum. Sanki bir yerden birileri çıkacak ve “Tutuklusunuz, giremezsiniz” diyeceklerdi. Valizim bile çabucak geldi, oysa ben valizimin çalınacağını ya da kaybolacağını düşünmüştüm. Valizimi aldıktan sonra atkı, bere ne varsa giyindim ve dışarı çıktım. Hava o kadar sıcaktı ki atkıyı bereyi bırak kabanımı bile çıkartmak istedim. O gün her şey yolunda gidiyordu ve ben başıma büyük bir şey geleceğini düşünmeden edemiyordum. Kesin taksiciyle başıma bir şey gelecekti.
Gözlerim hep sarı arabalar aradı taksi niyetine ama orada taksiler metal, parlak siyah ya da gümüş renkteymiş. Sarı taksi aradığım için yanımdan geçenlere taksi nerede diye sorup duruyordum ve onlar da bana bu arabaları gösteriyordu. Ben de “Nerede Allah’ım ya!” diye içimden sövüyordum. Derken buldum bir tane taksi ve beni Boulogne Billancourt’a götürmesini söyledim. Tabi anlamadı, muhtemelen telaffuz edilmesi zor bir dil olduğu için. Ben de elimdeki adresi verdim ve benden çok farklı telaffuz ederek, “Tamam, gidelim” dedi. Yolda epeyce sohbet ettik şoför abiyle. Havaların güzel olması onlar için de ilginçmiş, bana şanslı olduğumu söyledi. Güneş gözlüğümü getirip getirmediğimi falan sordu, ben de çantamda olduğunu söyledim. Sürekli yer yön hakkında bilgi toplamaya çalıştım. Mesela şurası şuraya yakın mı diyorum, yürüyerek 20 dakika, taksiyle 5 dakika diyor her yere. İyiymiş dedim, küçücük bir yer demek ki. Yarım saat bile sürmeden müşterilerimizin ofisine gelmiştim, orada müdürümle buluştuk. Bir gün önce ofiste olup ertesi gün Paris’te buluşmak garipti tabi. Toplantı odalarına geçtik, benim bir işim yoktu aslında orada ama oturdum öylece boş boş. Su içmek istedim, suyu ağzıma alır almaz tükürme isteği geldi. Hiç öyle iğrenç bir su içmemiştim. Musluktan içsem eminim tadı daha güzeldir diye düşündüm. Gerçi ben öyle çok su içen tiplerden değilim, 4 gün su içmesem de olur diye düşündüm.
Toplantı bitince otele gitmek için bir taksi çağırdık. İnsanlar 5’te ofisi kapatıp gidiyorlar orada, ne iyiymiş. Taksici takım elbiseliydi, kapımı falan açtı. Sanırsın limuzinle gidiyoruz. Şanssızlığım ilk defa ortaya çıktı, futbol maçı olduğu için trafik kilitti. Biz de taksiciyle muhabbet ettik yine. Seine Nehri’nin yanından geçerken işte o anda büyülendim. Nehrin üzerinde belli mesafelerde köprüler yapmışlar ve hepsinin üzerinde heykeller ve tarihi eserler var. Derken Eyfel’i aydınlatılmış şekliyle gördüm. Adeta parlıyordu ve büyüleyiciydi. Bir de lunaparka benzer bir yer gördük. Dönme dolap ışık saçıyordu. İşte oralar Champsellyses’miş. Otelimiz La Fayette’deydi. Şehrin tam göbeğinde olduğu için şanslıydık ama yine bir şanssızlık daha yaşadık. Ellerimizde valizlerle asansör bozulduğu için kalakaldık. Çünkü oda 5. Kattaydı, yürümekten başka çare kalmıyordu. Akşam yemeği için Saint Germain’e gidecektik, bir imalatçımız da bizimle orada buluşacaktı. Biz de bir umutla valizleri lobiye bıraktık, dönüşte asansör tamir edilir de öyle çıkarırız diye düşünmüştük. Odamıza bir bakalım diye çıktık yürüyerek. Daha küçük bir oda beklerken gayet ideal bir oda bulduk karşımızda. 2 yatağı birleştirmişler, müdürümle dip dibe uyuyacaktık. Banyo da güzeldi ama tek kötü yanı tuvalette tahrat borusunun olmamasıydı. Bunu Paris’te hiç bulamayacağımdan emindim. Makyajımı tazelerken oda telefonu çaldı, resepsiyondaki adam aradı ve valizimi getirdiklerini söyledi. Ay ne hoş derken adam nefes nefese çıkageldi. Teşekkür ettim. 5 dakika sonra yine kapı çaldı, bu sefer de müdürümün valizini getirdi bir kadın. Biz de hazırlanıp çıktık odadan ve biraz sokakta Avrupa havası alıp taksi bulup Saint Germain’e doğru yol aldık.

Güzel ve şirin görünümlü bir restorana geldik. Brüksel midyesi yememi önerdiler, ben de yanında bira ile kendime bir tencere midye söyledim. Bu midye bizim pilavlı midyelere benzemiyor pek. Çünkü pilavsız :) ve şarapta pişiyormuş ama bira ve patates kızartmasıyla iyi gittiğini söyleyebilirim. Garsonlar biraz yavaş olduğu için ihtiyacımız olan şeyleri hemen yanımdaki standdan ben aldım. Üzerine dondurmalı, meyveli waffle gibi değişik bir tatlı söyledik. Onun da tadı güzeldi. Hesabı ödedikten sonra biraz yürümeye karar verdik. Ara sokaklardan dolaşarak hem mağazalara bir göz attık hem de Seine Nehri üzerindeki bir köprüye geldik. Köprünün hemen yanında bir heykel vardı, heykelin önünde nehire bakan taraflarda demir parmaklıklara kilitler asılmıştı. Bunlar dilek kilidiymiş meğer. Herkes dilek tutup kilit vuruyormuş, dilek gerçekleşirse kilidi açmaya geliyorlarmış. O kadar çok kilit olduğunu gördükten sonra hiçbir dileğin gerçekleşmediğine karar verdim ve yürümeye devam ettik. Gece ışıklandırma çok güzeldi. Aslında kahve içecektik ama yürümek daha tatlı geldi o kadar şey yedikten sonra. Yorulunca da taksiye binip otelimize ulaştık. Taksiler fiyatlandırma olarak aynen İstanbul gibi, tek farkı TL değil de Euro versiyonunda. Bize pahalı geliyor ama şirket ödüyor. :)

Bu arada otele döndüğümüzde asansör tamir edilmişti. Yatak da rahattı ama tek sorun alttan metro geçtiği için biraz sarsılıyorduk. 2. gün için sabırsızlanıyordum.

13 Ocak 2015 Salı

Kedisi olan insanlar

Merhabalar...

Bu yazımda kedisi olan ve yalnız yaşayanlardan bahsedeceğim çünkü kalabalık bir evde kedisi olan insanlar tanımadım henüz. Gerçi daha 5 ay öncesine kadar ben de kedilerden korkardım, daha çok huylanırdım. Kedi gördüğümde gerilirdim bile. Ne hikmetse bir anda kedi alacağım tuttu. Sebebi de bağrıma basacak bir hayvana ihtiyaç duymamdı, yalnız yaşamamdan ötürü. Köpekleri çok severim mesela ama havlamasından komşular rahatsız olursa o köpeği dışarı salamam ki, çok üzülürüm. E tabi bir de tuvaletleri için her sabah erkenden uyanmam gerekecekti. Ben de en uygunu kedidir kedi diye düşünüp aldım.

İyi ki de aldım. Resmen annelik duygularım gelişti. Artık her akşam eve geldiğimde bağrıma basabiliyorum. Vücudunda değişiklik gördüğümde endişeleniyorum ve internetten uzun çaplı bir araştırma yapıyorum. Ona kendi ellerimle yemekler pişiriyorum ve yiyip yemediğini kontrol ediyorum. Geceleri beraber uyuyoruz, tabi onun gurlamasından uyumakta zorlanıyorum ama olsun, ben seviyorum.

Kedisi olan insan kadınsa annelik duygusu, erkekse de babalık duygusu gelişiyor. "Hadi ya" diye dalga geçecekseniz hiç uğraşmayın. Çünkü bizzat dikkat ettim. Bence bir erkeğin baba olunca neler yapacağını kedisine karşı davranışlarından anlarsınız. Hatta bence her erkek kedi alsın da biz de ona göre seçelim müstakbel kocamızı. :)

Yavru kedisi olan insanları da aslında dış görünüşünden kolaylıkla tanırsınız. Ellerinde ve kollarında çizikler varsa kedisi vardır demektir. Şahsen beni öyle anlıyorlar. Kimi görsem "eline ne oldu, kedin mi var?" sorularını sormaktan çekinmiyorlar. Yavru kediler ısırır, tırmalar tabi. Hem dişleri kaşınıyor, hem de internetten araştırdığım kadarıyla sevgilerini öyle gösteriyorlarmış. Tabi ısıran bir kediyi terslerseniz o sevgiyi reddetmek anlamına geliyormuş ve kedinin ergenliği kötü geçiyormuş. Ben de o sebeple kediciğim beni ısırsa da dişlerimi sıkıyorum ve sevgisine karşılık veriyorum. Manyak mısın diye sorarsanız galiba derim. Çünkü kedisi olan insanlar sabırlıdır ve acı eşiği yüksektir, daha doğrusu yüksek olmak zorundadır.

Kedimi alalı 3 ay oldu ama hala yıkamadım. Herkes kötü kokuyorsa ya da çamura düştüyse ancak öyle yıka diyor ama benimki parfümüm kokuyor. Her akşam, hatta şu anda sol omzumun üzerinde yatıp boynuma kolunu dolamış gurluyor. Neyse ki akşamki ısırma moduna girmedi de rahat yazabiliyorum. Yoksa kesin gelip klavyenin üzerine oturur ve bileğimi ısırmaya çalışırdı.

Kedimi çok seviyorum, o beni daha çok seviyor bence çünkü çok ısırıyor. Olsun, ısırsın. Gülü seven dikenine katlanacak artık...

21 Aralık 2014 Pazar

2015e girerken...

Değişmiyor... İnsanlar da, gelenekler de, düşünceler de... Yıllar ne kadar geçerse geçsin aslında teknolojiden başka hiçbir şey değişmiyor. Fakat hayatınıza giren insanlar, bu değişemeyen insanlar, gelip sizi değiştirmek istiyorlar. Neden? Çünkü her şeyi kendilerinin istediği gibi olmasını istiyorlar. Ne kadar modern görünseler de içlerinde ilkellik barındırıyorlar. Bencillik işin içine girdiğinde bence modernlik bitiyor.

Yine 1 yıl daha bitiyor, 1 yıl daha yaşlanıyorum. Mümkünse beni kıracak, değiştirmeye çalışacak, ilkel ama modern görünmeye çalışan, kendine güvenli görünen ama içinde bir ezik barındıran, umursamaz tavırlı, kıskanç mı değil mi tam anlayamadığım, olur olmadık sebeplerle olay çıkaran, iğneli sözleriyle her yanlışı mutlaka her gün başıma kakan, uzaktan bakıldığında sanki bir yabancıymış gibi duran o insan lütfen karşıma çıkmasın. Ne yeni birine ne de o eskisine ihtiyacım var. 2015in benim için kariyerimle ilgili ve kendime değer katacak bir yıl olmasını istiyorum. Kalbimde açılacak delik kalmadı, bu delikleri onarma yılım 2015 olsun. 25. yaşımı bu delikleri onarmakla geçirmek istiyorum.

Arkadaşlarımla daha çok zaman geçirmek, daha çok eğlenmek, daha az üzülmek, depresyona girmemek ve çok fazla düşünmemek istiyorum. İyi yıllar!                                              

21 Kasım 2014 Cuma

Yarım Kalan Hikayeler...

Bu nasıl arabesk bir başlık oldu ya? Ruh halim anca bu kadar, idare ediniz. Yarım kalması için bitmemesi gerekir, ama diğer yandan da bitmiştir ki devam etmiyor. İşte öyle çıkmazlar...

Hani birini çok seversin ama sevgin bitmeden ilişkin biter ya, o zaman yarım kalan sevgindir. O sevgiyi devam ettirmek senin elindedir. Giden bitirmiştir ama kalan yarım kalmıştır, devam ediyordur belki de... Her gün kalan ve giden için yeni umutlar taşıyordur. Kalan giden için, giden ise yeni gelen ya da gelecek olan için...

Bir ilişkiyi başlatmak da bitirmek de kolay değildir. Başlar, seversin ve sonunda ayrılmak zor gelir. Ayrılabilen ya sevmemiştir ya da ayrılmasını gerektirecek, sevgisini bitirecek bir olay yaşamıştır. Eğer ilişki boyutu daha çok arkadaşlık, dostluk içeriyorsa terk edilen taraf kendisini çok yalnız hisseder. Sanki kolu kanadı kırılmıştır ve her gün eski hatıraları arıyordur, her gördüğü şeyi anlatamadığı için içinde biriktirdikleriyle yaşıyordur. Dokunsalar ağlayacak kıvama gelmiştir.

Eğer bu insanlar daha önce de çok kez aynı şekilde ayrılıp tekrar yeniden bir araya gelmişlerse ve bu bir döngü halinde devam ediyorsa terk edilen kişi o gideni hep bekleyecektir. Kırılan vazoyu her defasında yapıştırıp içerisine yeniden çiçekler koyacaktır. Evet, belki kendini kandıracaktır yine ama ne yapsın? Onunla olmak ona her şeyden fazla keyif veriyorsa neden bu küçük mutluluğu kaçırsın ki?