16 Mart 2014 Pazar

Hey taksi!

Her gün ya da haftada bir mecbur kaldığımız insanlardır taksiciler. Belki bunu bildiklerinden bazen ters davranırlar, istersen bin istersen in gibi umurlarında olmayan tavırlar sergilerler. Bazen de sohbet etmeyi severler, bu sefer senin konuşasın gelmez.

Geçenlerde bir gün İsveçli müşterilerimi otellerinden alıp taksiyle ofise götürüyordum. Taksici amcanın kafasına bazı sorular takıldı, bana da illa sormam için baskı yaptı. Merak ettiği konu da onların Türkiye'yi nasıl gördüğü, gezi olaylarına nasıl bir tepki verdikleri falan filan. Neyse o kadar baskıya dayanamadım sordum ben de. Cevapları olumluydu, Türkiye'yle iyi ilişkileri olduğunu, gezi olaylarına bir yorum yapacak kadar bilgilerinin olmadığıydı. Taksici amca ise tatmin olmadı, nasıl bilmezler diye söylendi. Ben de ne yapayım adamlar müşterimiz yani, onları sıkboğaz edecek halim yok ya. Neyse konuyu değiştirdi taksici amca bu sefer fix sorulan "Nerelisin" muhabbetine geldi konu. Oldum olası anlamamışımdır bu soruyu. İzmir'de yaşarken kimse sormuyordu, İstanbul'da neden bu kadar popüler bir soru olduğuna hala anlam veremesem de adamcağızı cevapladım, yoksa bizim İsveçlileri sıkıştıracaktı.

Bir başka taksicimiz ise kısa mesafe sebebiyle benimle kavga eşiğine gelmeyi başardı. Ben ki sabırlı, ılımlı, uyumlu biri olarak bilirdim kendimi, gel gör ki o tavırlardan sonra dayanamadım. Sabah geç kalkmışım, uyuyakalmışım, işe yetişmeye çalışıyorum. Zaten dolu geçen taksilerden bir tane boş taksi zar zor bulmuşum. Adama gideceğim yeri anlatmaya kalmadan, "orda çok trafik olur", "ters kalır orası" falan gibi isteksiz isteksiz konuşunca tepemin tası attı. Her gün gittiğim yolda hiçbir zaman trafikte kalmamışım, sanki bilmiyormuşum gibi işine gelmeyince gitmiyor abimiz. Neyse orda sabrımı korudum, adamı ikna etmeye başladım çünkü başka bir taksi bulmak zor olurdu. Sonra adam bir de "yürüsen 10 dakika abla" dediğinde işte orada beni kimse tutamadı. "Yürüsem 10 dakika ama ben bayılıyor muyum sana para vermeye de biniyorum taksine be adam, geç kalmasam biner miyim?" deyip kapıyı çarpıp çıktım. İner inmez de başka bir taksi buldum ve yoluma devam ettim. Sabahımı zehir etti bir taksici.

Bu gibi talihsiz olayların dışında bazı taksiciler çok iyiydi. Demet Akalın'ın şarkılarını arabeske çevirerek söyleyen mi diyeyim, yoksa diyet yemek tarifleri veren mi, ya da esprileriyle güldürmeye çalışan mı? Komiklikleriyle neşelenmemi sağlayan taksici amcalar da gördüm.

Gün geçtikçe taksicilere daha çok muhtaç olmaya başladığımızın farkındayım. Kendi arabam olsa, bakımı, benzini, park parası, yol bulması, içkiliyken binememe, park bulması hepsi ayrı dert şu İstanbul'da. Ne yapalım, yağmurdan kaçarken doluya da tutulsak mecburuz taksilere. İstedikleri kadar metro yapsınlar...

9 Mart 2014 Pazar

Olmuyorsa zorlamayacaksın!

Neden başkalarını kısıtlamak, sahiplenmek ya da ruhunu ele geçirmek derdindeyiz ki?
Bırakın nasıl istiyorlarsa öyle davransınlar... Diktatörlük taslamanın ne alemi var yani? Tamam öyle bir hükümetimiz olabilir(!), bizim de öyle olmamız anlamına gelmiyor ki...

Bir kişiyi olduğu gibi kabul edebilmek gerçekten büyük bir işmiş, becerebilene tebrikler! Sizi istemeyen kişilere de saygı göstermek gerekir. Belli bir saatten sonra sorulan hesap, hesap değildir. O baya baya tacizdir.

Herkes kendisi için yaşıyor bu devirde. Evet, güvenecek limanlar da çok uzakta, hatta karanın gölgesi bile görünmüyor. Ne yapalım, hayat devam ediyor sonuçta...

Biraz umutlu olalım. Bir kere giden kaybetmiştir, tamam. Her kaybın sonunda bir kazanç vardır elbet. Neden kendimizi kedere verelim? Her işte bir hayır vardır derler. Niye üzülelim? 

Başkalarını üzmekten hoşlanacak kadar sadist değilimdir, hiçbir zaman da olmadım, olamadım. Hep önce kendimi üzdüm sonra başkalarını... Artık büyüdüm sanırım ki önlemimi alabiliyorum. 17 yaşımı dolduralı çok oldu ve ben yaşımı şu an çok iyi hissediyorum. Büyümek, mantıklı olabilmek ve kendi kararını kendin alabilmekmiş. Bu demek değil ki başkalarını dinlemeyeceksin. Tabi ki dinleyeceksin, dinlemelisin. Fakat hep başkalarını dinlersen kendi sesini unutursun, bunu da öğrendim. O yüzden kulağımda seslerle kendi yolumdan yürüyorum. Ne bir hesabım var verecek, ne de hata mı yaptım acaba diye dönüp arkama bakacak zamanım...

18 Ocak 2014 Cumartesi

Yalnızlık da bir ihtiyaç...

http://www.youtube.com/watch?v=DrL_Gdh5scQ

    Yalnızlık da bir ihtiyaçtır. Bazen mutlu da olsan mutsuz da olsan yalnız kalmak isteyebilirsin. Düşünmek ya da düşünmemek için yalnız kalmak istersin.


     Yakın arkadaşlarınla birlikteysen muhtemelen senin konuşmak istemediğin şeyleri tekrar tekrar soracaklardır. Çok yakından tanımadığın insanlar da seni tanıyabilmek için yine soru soracaklardır. Oysa sen anlatmak istiyor musun diye düşünmezler. Yalnız kaldığında ise kafanı bu konulardan uzaklaştırmak için kitap okuyabilirsin, alışveriş yaparsın, sinemaya gidersin vs.
 

    Geçen gün Pazar sabahı İstiklal'e gidip yalnız başıma kahvaltı yapmak istedim. Kuzenime söylediğimde kuzenim;"Bize mi küstün?", "Neden gidiyorsun?", "Kahvaltı yapalım birlikte..." gibi tepkiler verirken annem; "Neden yalnız gidiyorsun?" ,"Kuzenin de gelseydi...", "Sıkılmaz mısın?" gibi tepkiler verdi. Belki yalnız olmak istiyorum, yalnız olmak için bile onay almam mı gerek?


    Toplumumuzda yalnızlık da hoş karşılanmıyor tabi ki. Örneğin, bara tek başına giden insanlar hakkında direkt olarak "aranıyordur" düşüncesi yaratılmıştır. Belki canını sıkan bir şey oldu ve o da içmek istiyor olamaz mı? Veyahut ailesiyle yaşayan bir genç, başka bir aileye misafirliğe gitmeyip evde yalnız kalmayı tercih etse bu sefer "asosyal" ya da "yabani" olarak adlandırılır. Belki genç evde yalnız kalıp kafa dinlemek istiyordur, olamaz mı? İnsanları yalnız da rahat bırakamayan bir toplumuz. Arkadaşlarıyla olmak istese neler söylenir, o konulara hiç girmeyeyim.


    Gel gelelim yalnızlık seçim meselesi de değildir. Kimse sürekli yalnız olmak istemez tabi... Bazen zorunda bırakılırız, bazen de kötü yaşamaktan daha iyi bir seçenek gibi gözümüze çarpar. Hani "denize düşen yılana sarılır" meselesi gibi. Umudumuz olduktan sonra yalnızlık da geçici olarak hayat kurtarır.


    İnsanın yalnızlığı da yaşaması, tatması gerekir. Sonuçta yalnız ölmeyecek miyiz, tıpkı yalnız doğduğumuz gibi?

28 Aralık 2013 Cumartesi

Şikayetim var!



     Ne kadar söylenirsen o kadar söylersin, ne kadar üzülürsen o kadar üzersin, ne kadar mutsuz olursan o kadar mutsuz edersin. Ne yazık ki doğanın kanunu böyle. Ya mutlu olmayı bileceksin küçük şeylerden ya da sevindiğin ne kadar şey varsa gün gelecek seni pişman edecek.
     Sevgilin seni her gün aramıyorsa, bu sebepten tartışma yaratıyorsan gün gelecek hiç aramayacak. Aradığı günlere bile sevinir hale geleceksin. Diyelim ki ailenin sana sürekli karışmasına kızıyorsun, evden ayrılacaksın. Bu sefer de aramadıklarında merak edeceksin, ya da özleyeceksin.
     Neden elimizdekilerle mutlu olmayı beceremiyoruz? Neden hep kaybettiğimizde anlıyoruz önemli şeylerin değerini? Keşke uzaktan kumandamız olsaydı da bazı anları durdurup bazı anları geri alabilseydik... Uzaktan kumanda meselesini hep düşünmüşümdür. Zamanı durdurmak istediğim o kadar güzel anım oldu ki, o anlardan bir sürü olsaydı da geri almak istediğim zamanlarla değiştirebilseydim.
     Hiç çok utandığınız ya da orada ölmek istediğiniz bir anınız oldu mu? Başınızdan kaynar sular döküldüğünü hissettiğiniz ya da? Sonrasında onlar da unutulmuştur, güzel anların zamanla unutulduğu gibi...
     Hiçbir şeyi kafaya takmayın, geçmişe bir çizgi çekin, önünüzdeki hayata odaklanın, küçük şeylerle mutlu olun gibi klişe laflara hiçbirimiz uymuyoruz, biliyorum. Zaten bunları söylemek de çok saçma. Biz yine imkansıza, zorluklara ya da ne bileyim en üzen olaylara kapılacağız, yine pişman olacağız. İstediğiniz kadar kitap okuyun, yine inatçı ruhumuzla hareket edeceğiz. Bu bizim doğamızda var, ne yapalım yani? Ne kadar attan düşersek düşelim, yine binmeye çalışacağız. Kendimiz düşelim yeter ki...
     Yenilen pehlivan güreşe doymaz. Ben ne kadar yaşadığınız anın değerini bilin desem de siz yine bilmeyeceksiniz, aynen benim yaptığım gibi. O yüzden şikayet ettiğimiz ne varsa özleyeceğiz...

17 Kasım 2013 Pazar

Sevmiyorsan Git Konuş Bence...

Merhabalar... Bir önceki yazımda hayatımdaki temel taşları yerine oturttuğumu yazmıştım. Ne kadar mutluymuşum o zamanlar.... "Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelir" diye bir söz vardır. Benimki de aynen öyle. İşi buldun da her şey bitti mi? Asıl olay işi bulduktan sonra başlıyormuş.

Keşke iş bulmakla bitseydi tüm meseleler... Gelelim olaylara... İşe başladık güzel hoş da adaptasyon süreci olmalıdır bir işte değil mi? Sanırım bu şirkette öyle bir olay yok. Daha önce hiç yapmadığım bir işte sanki yıllardır çalışıyormuşum gibi sorular sorulmaya başlandı ilk haftalarımda. Fransız olmakla Arap olmak sınırlarında gezerken ben, işleri yaşayarak öğrenmeye başladım. Hani ilkokula başladığında daha alfabeyi öğretmeden cümle yazmanı istemeleri gibi bir şey... Neyse ben deneyimle iş akışını öğrenmeye çalışırken bu sefer de patron gelip nedenini bilmeden yaptığım bir iş için beni azarladı. Tabi bu bir seferlik bir olay değil. Devamı da her gün geldi. Sadece patron olsa iyi diyeceğim ama bu sefer bana olayları tam olarak anlatmayan insanlar da köstek olmaya başlayınca kendimi şamar oğlanı gibi hissedip evde bunalım yaşamaya başladım. Kafama koymuştum istifa etmeyi. Hatta her sabah işe giderken "Bugün kesinlikle konuşacağım. Yarın da ooh öğlene kadar uyurum." diye hayal kuruyordum. Her gece kuzenimle iş başvurusu seansları düzenleyip cv güncelliyorduk. Derken bir gün babam beni gaza getirince açıldım yöneticime.  "Ofis elemanı olarak davranılmasından rahatsızım. İş ilişkisinde olduğum insanlara rezil edilmekten rahatsızım. Beni çocuk gibi azarlamak yerine benden memnun olmadığınızı söyleyebilirsiniz. Bu ofis ortamından rahatsızım ve mutsuzum. Benim mutluluğum daha önemli. Ayrılmak istiyorum." deyip öyle bir rahatladım ki anlatamam. Benim beklediğim tepki "Biz buyuz, kendin bilir canım" denmesiydi. Fakat öyle olmadı... "Benim seni korumam gerekirdi, haklısın. Bundan sonra daha dikkatli olacağım. Patronla da konuşup sadece bana bağlı olmanı sağlayacağım. Sen de mutsuz olduğun noktaları benimle anında konuşabilirsin. Dertleşebilirsin her zaman." cevabını duyunca salaklığıma güldüm. Neden aylarca depresyonda yaşamışım dedim. Daha önce konuşsaymışım ya. Ama bakalım şimdi neler olacak? Vaad edilenler gerçekleşecek mi yoksa oyalama çabaları mıydı? Acayip rahatladım ama tetikteyim. Siz de sevmiyorsanız gidin konuşun bence...
Tatilin keyfini çıkarın. Görüşmek üzere...

8 Eylül 2013 Pazar

Yeni bir hayat, gerisi bayat!

 
 Hayatı sıfırdan kurup yaşamaya başlamak kulağa hoş gelse de epeeeeeeey zorlukları varmış...
  Bunun için öncelikle bir eve, bir işe ve düzene ihtiyaç vardı. Bende hiçbiri yoktu. Ev aramakla başladığım bu süreçte oldukça zorluklar yaşadım. Ev aradım günlerce. Bütün emlakçılara telefon numaramı bıraktım. Koskoca İstanbul'da doğru düzgün bir ev bulmak ne kadar zormuş! İnternet sitesinde instagram fotoğrafı gibi mükemmel görünen evler yakından bakınca ölü suratlara benziyordu. Bir yandan işsizlik bunalımı bastırırken diğer yandan evsizlik çok koyuyordu.
Derken içi ve yeri güzel bir ev bulup anında tuttum. Kuzenimle birlikte yaşayacağımız için onun da görmesi gerekiyordu tabi ki. Ertesi gün gelip evi gördüğünde beğenmedi ne yazık ki. Bu arada sözleşmeyi yapmış, emlakçı komisyonunu, depozitoyu ve yarım kirayı da ilgili yerlere bırakmıştım bile. Şimdi uğraşmamız gereken, bu sözleşmeyi nasıl feshedeceğimizdi. Avukatlara mı danışmadık, ev sahibiyle mi uzlaşmaya çalışmadık? Hepsini denedikten sonra en sonunda depozitomuzu kurtarabildik. Emlakçımız bize paranın yüzünü bile göstermedi. Neyse giden gitti.
  O evden kurtulur kurtulmaz yeni bir ev bulduk. Bu ev biraz mahalle hayatı yaşatıyor bize. Örneğin evlerden sepetler sarkıtılıyor bakkallara, çocuklar mahallede top oynuyor, penceremde muhabbetler dönüyor. Mahalle esnafı evlere her türlü hizmeti sunuyorlar. Tekel büfe 24 saat çalışıyor, kuaföre gittiğimde Türk kahvemi yudumluyorum aile muhabbetiyle. Bakkal amca "seç beğen al" diyor, serbest bırakıyor. Mahallede dönen olayları bir başka yazımda anlatırım.
  Neyse evi bulunca geriye iş aramak kalmıştı. İnternet sitesinden başvurduğum şirketler aylar sonra geri döndüğü için artık elden başvurmak gerektiğine kanaat getirmiştim. Tanıdıklar devreye girmişti bu zavallı işsiz kız için. Derken bir şirketle anlaştım. Müşteri temsilcisi asistanı olarak başladım görevime. 9.00-18.00 arası çalışıyorum ve hafta sonları da tatilim. Her gün yeni bir şey öğreniyorum. Tekstil gerçekten ayrıntılarda gizliymiş.
  İşi ve evi de rayına oturttum. Geriye aşk kalıyor. O da bana kalsın. :)

Özgür görünümlü tutsak ülke!

Ne medya özgürlüğü, ne halkın düşünce özgürlüğü olan bir ülkede yaşıyoruz. Tek özgür olan başbakan! Yüzde çoğunluğu tutturup seçildikleri için demokrasinin kendileri olduklarına inanıyorlar ama atladıkları şey, seçildikleri için her yetkinin kendilerinde olduğuna inanmaları.
Halk oylaması yani referandum diye bir şeyi atlayıp kendi kararlarıyla bazı şeyleri halka diretmeleri bizim gururumuza dokunuyor. Taksim Gezi Parkı meselesi de bu olaylardan birisi. Gezi parkındaki ağaçlar yıkılıp yerine kışla yapılacakmış, alışveriş merkezi yapılacakmış. Amaç nedir? Tarihten gelen bir içgüdü mü? Yoksa canı mı istedi?  Halka sordu mu? Halk sormadan cevap(tepki) verdiği için polisler üzerlerine salınmadı mı? Silahsız savunmaya çalışan yaşlı, genç Türk insanları yaralanmadı mı, ölmediler mi? Sadece ağaçlar yıkılacak diye bu kadar tepki gösteren insanlara neredeyse geri zekalı muamelesi yapıp yandaşlarının gözleri kapatılmadı mı? Evet gerçekten demokratik bir ülkeymişiz! Hakkını arayan millete biber gazı, portakal gazı, tazyikli su vereceğine tekrardan seçme hakkı ver de görelim demokrasinin gücünü! Tabi bu kadar insandan korkmuyorsan!