Hiç şunu düşündünüz mü? Çevrenizdeki herkes gittiğinde, yanınızda kimse kalmadığında yapabileceğiniz bir etkinlik, zamanınızı doldurabileceğiniz bir şey var mı?
İnsanlar geçicidir, sizin de geçici olduğunuz gibi. Kimse ömür boyu yanınızda olmayacak ve siz de kimsenin yanında olmayacaksınız. Ne yapmaktan hoşlanıyorsunuz? Sorguladınız mı kendinizi? Çoğunuz hayır diyeceksiniz çünkü şimdiye kadar hep yanınızda birileri oldu. Yalnız kalmadınız belki ve belki de hiç "bu yalnız olduğum zaman bitsin de sevdiklerime kavuşayım" diye gün saymadınız.
Sevdiklerinizden uzakta bir hayat yaşıyorsanız, üstelik yalnız yaşıyorsanız bazen bir sese ihtiyacınız oluyor. Bazen bir evdeki tabak, çatal seslerini dinliyorsunuz, bazen başka bir evdeki kahkahalara kulak kabartıyorsunuz. Kendinizle oturup konuşamıyorsunuz, sadece düşünüyorsunuz ama bazen düşünmek bile istemiyorsunuz. Temizlik yapmak, ütü yapmak ya da kendinize bakmak en hareketli etkinlik olarak geliyor size. Kendi kendinize yemek pişirmek istemiyorsunuz, çünkü yemek yeme süreniz çok kısa, sofrada gülüşmeler, muhabbetler olmayınca. Bununla başa çıkabilmek için kendinizi iyi tanımanız ve nelerden hoşlandığınızı iyi bilmeniz gerekli.
Kitap okuyun mesela, hoşlanmadınız mı? O zaman film izleyin, o da mı sarmadı? Sahile gidip kulağınızda müzikle yürüyüş yapın, çay için bir yerde. Hobileriniz nelerdir diye sorulara rastlarız hep. Bize bunları keşfetmemiz için sinyaller göndermişler meğer de farkında değilmişiz... İnsanın en değerli ve en sadık varlığı hobileriymiş meğer.
Bazen kendinizi şımartın. Mesela sorun bakalım, bugün ne yapmak istersin diye. Belki sinemaya gitmek istiyordur, bir yerde akşam yemeği yemek ya da eğlenmek istiyordur. Unutmayın, kendisini mutlu edemeyen insan başka kimseyi mutlu edemez. Kendisini sevmeyen insan başka kimseye kendini sevdiremez. Başkalarına bağımlı yaşayan insanlar ise geleceğin mutsuzlarıdır.
Sevgiler...
5 Temmuz 2014 Cumartesi
27 Haziran 2014 Cuma
Haram vizeler
İki gündür sürekli İtalya ve İngiltere konsolosluklarını sapık gibi arayıp duruyorum. Engelleyecekler yakında beni...
Sebebine gelince... Yaklaşık 3 ay önce bir turizm acentesinden klasik İtalya turu satın almıştım. Vize belgelerimi yaklaşık 2 hafta önce teslim ettim ve cevabını bekliyordum. İki gün önce toplantımın tam ortasında telefonum çaldı ve vizemin çıkmadığını söyledi acenteden bir beyefendi. Yani vize görevlisi neredeyse ret basıyormuş da basmasın diye pasaportumu elinden zor almışlar gibi bir hikaye. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmedi değil. Kendimi o kadar hazırlamıştım ki İtalya'ya gitmek için... Zaten hep heyecanlandığım şeyler kursağımda kalmıştır, bu da üstüne darbe oldu. Reddedilme sebebim ise pasaportumun en arka sayfasında bulunan daha önceden İngiltere'den yediğim iki adet ret damgasıydı. Reddin sebebini bile merak etmiyorlardı.
İngiltere'den nasıl ret aldım onu da anlatayım. Geçen sene Pazarlama eğitimi almak için İngiltere'de bir okula başvurmuştum. Okuldan kabul mektubum bile gelmişti. Vize belgelerimi toplarken eğitim danışmanımın belgeler arasına iş yerimden ayrılacağıma dair bir yazı koydurmasından ötürü İngiltere konsolosluğunca işsiz, oraya taşınmayı düşünen, oraya sığınacak bir zavallı gibi görülüp reddi yedim önce. Daha sonra bu redde itiraz ederek yine o eğitim danışmanım vasıtasıyla bu sefer de iş yerinde tekrar çalışacağım fakat departman değiştireceğim için yurt dışında gidip eğitim alacağıma dair bir belge oluşturup patronuma imzalattığım belgeyi koyup tekrar başvurdum. Sonuç yine ret oldu, çünkü bu sefer de zoraki bir belge aldığımı düşünüp inanmamışlar. Bu durumda vazgeçmek kaldı ki zaten okulum başlamak üzereydi zaten.
İtalya vizemin çıkmadığını öğrenince önce ne yapılabilir diye İtalya konsolosluğunu aradım, İtalyanca'msı bir Türkçe'yle "İngiltere'den ret yemişsiniz, bizden de yersiniz" dedi ukalaca. Ben de peki reddin sebebi önemli değil mi diyerek sebebi anlatmaya başladım. Adamın cevabı "O zaman önce İngiltere reddini kaldırın, yoksa bizden ret yersiniz hep" dedi. İçimden çok şey söylemek geçti de neyse burada yazmasam iyi olacak. Daha sonra İngiltere konsolosluğunu aradım ama herhangi bir bilgi vermiyorlarmış. Ben de acentemin vize danışmanlığını aradım. İngiltere'den reddi çekmek diye bir şey olmadığını, başka bir ülkeden başvurulabileceğini ama onun da garanti olmadığını, vize çıksa bile İtalya'dan geri bile döndürülebileceğimi tek çarenin pasaportu yenilemek olduğunu, onun için de zamanın kalmadığını söyledi. Siz siz olun, eğer pasaportunuzda ret damgası varsa boşuna Schengen için başvurmayın, pasaportu yenileyin öyle başvurun. Hem zaman kaybı hem de para.
Ben de kendi seyahatimi babama devretmek istediğimi söyledim çünkü hiçbir şekilde gidemeyecektim. Umarım olumlu çıkar da en azından tur parası yanmaz. Annemle babam İtalya'da mutlu mesut gezsinler, ben de beni kabul eden canım yurdumla baş başa kalayım. Beni bir tek bu ülke kabul ediyor galiba. Neyse hayırlısı...
Sebebine gelince... Yaklaşık 3 ay önce bir turizm acentesinden klasik İtalya turu satın almıştım. Vize belgelerimi yaklaşık 2 hafta önce teslim ettim ve cevabını bekliyordum. İki gün önce toplantımın tam ortasında telefonum çaldı ve vizemin çıkmadığını söyledi acenteden bir beyefendi. Yani vize görevlisi neredeyse ret basıyormuş da basmasın diye pasaportumu elinden zor almışlar gibi bir hikaye. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmedi değil. Kendimi o kadar hazırlamıştım ki İtalya'ya gitmek için... Zaten hep heyecanlandığım şeyler kursağımda kalmıştır, bu da üstüne darbe oldu. Reddedilme sebebim ise pasaportumun en arka sayfasında bulunan daha önceden İngiltere'den yediğim iki adet ret damgasıydı. Reddin sebebini bile merak etmiyorlardı.
İngiltere'den nasıl ret aldım onu da anlatayım. Geçen sene Pazarlama eğitimi almak için İngiltere'de bir okula başvurmuştum. Okuldan kabul mektubum bile gelmişti. Vize belgelerimi toplarken eğitim danışmanımın belgeler arasına iş yerimden ayrılacağıma dair bir yazı koydurmasından ötürü İngiltere konsolosluğunca işsiz, oraya taşınmayı düşünen, oraya sığınacak bir zavallı gibi görülüp reddi yedim önce. Daha sonra bu redde itiraz ederek yine o eğitim danışmanım vasıtasıyla bu sefer de iş yerinde tekrar çalışacağım fakat departman değiştireceğim için yurt dışında gidip eğitim alacağıma dair bir belge oluşturup patronuma imzalattığım belgeyi koyup tekrar başvurdum. Sonuç yine ret oldu, çünkü bu sefer de zoraki bir belge aldığımı düşünüp inanmamışlar. Bu durumda vazgeçmek kaldı ki zaten okulum başlamak üzereydi zaten.
İtalya vizemin çıkmadığını öğrenince önce ne yapılabilir diye İtalya konsolosluğunu aradım, İtalyanca'msı bir Türkçe'yle "İngiltere'den ret yemişsiniz, bizden de yersiniz" dedi ukalaca. Ben de peki reddin sebebi önemli değil mi diyerek sebebi anlatmaya başladım. Adamın cevabı "O zaman önce İngiltere reddini kaldırın, yoksa bizden ret yersiniz hep" dedi. İçimden çok şey söylemek geçti de neyse burada yazmasam iyi olacak. Daha sonra İngiltere konsolosluğunu aradım ama herhangi bir bilgi vermiyorlarmış. Ben de acentemin vize danışmanlığını aradım. İngiltere'den reddi çekmek diye bir şey olmadığını, başka bir ülkeden başvurulabileceğini ama onun da garanti olmadığını, vize çıksa bile İtalya'dan geri bile döndürülebileceğimi tek çarenin pasaportu yenilemek olduğunu, onun için de zamanın kalmadığını söyledi. Siz siz olun, eğer pasaportunuzda ret damgası varsa boşuna Schengen için başvurmayın, pasaportu yenileyin öyle başvurun. Hem zaman kaybı hem de para.
Ben de kendi seyahatimi babama devretmek istediğimi söyledim çünkü hiçbir şekilde gidemeyecektim. Umarım olumlu çıkar da en azından tur parası yanmaz. Annemle babam İtalya'da mutlu mesut gezsinler, ben de beni kabul eden canım yurdumla baş başa kalayım. Beni bir tek bu ülke kabul ediyor galiba. Neyse hayırlısı...
16 Haziran 2014 Pazartesi
Canı yanmış erkek modeli
Erkekler ağlamaz derler. Özellikle bazı erkekler ağlamaz, doğru.
Ağlayan ve ağlamayan erkek olarak ayıralım öncelikle. Ağlayabilen erkek dürüsttür, duygusaldır ve aşıktır. Ağlayamayan erkek ise umursamazdır, iyi bir yalancıdır ve gönlü hovardadır. Bazı erkekler ağlamayı yalanının bir parçası da yaparlar, ona inanan geri zekalı kızlar da günümüzde bir hayli fazladır. İnanmak istiyoruz ne yapalım? Neye inanıp neye inanmayacağımıza bu devirde karar veremez olduk, kabul. Ağlamak bir ölçüt değil, onu söyleyeyim ama bir gösterge.
Peki neden ağlarız? Haksızlığa uğradığımızda, çok sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde (ölü ya da diri), belki değer verdiğimiz bir nesneyi kaybettiğimizde ve hırslıysak çok istediğimiz bir şeye sahip olamadığımızda... Bunlar ağlamak için geçerli sebepler. Şimdi ağlamayan erkekler, böyle bir durumla karşılaşmamış olabilirler. Mesela hiç bir kız tarafından reddedilmemiş olabilirler. Her kız ona kucak açtıysa, istediğini verdiyse çocuğun suçu ne? Neden ağlasın? Şımarık büyüdüyse, her istediği olduysa neden ağlasın? Sevdikleri yanındaysa neden ağlasın? Ağlamıyor diye suçlayacak değiliz elbet ama işte eğer bir erkek hiç ağlamadıysa ona güven olmayacağını da bilmeliyiz. Ağlamayan erkek ağlatır bir kere, üzer.
Bir de canı yanmış erkekleri inceleyelim. Sevdiği kız onu terk etmiş, belki de o kız için ağlamış. Bir süre yalnız kalmış ya da kalmamış ve hemen yerini doldurmaya çalışmış. Hep bir ümitle yine o kızın geri dönmesini beklemiş. Kız dönmemiş, yine üzülmüş, ağlamış ama yine de onu unutmak için elinde tuttuğu kızı kaçırmamak için ona iyi davranmış. Bir gün sevdiği kız ona yeni bir sevgilisi olduğunu söyleyince canı yanan erkek, olayın şokuyla diğer kıza evlenme teklif edip hemen söz yapmışlar. Burada canı yanan erkek, yanındaki kızın canını bir ömür boyu yakacağını bilmiyor mu yoksa bilmek mi istemiyor soru işareti ama büyük bir sinirle nelere yol açıyor bunun da farkında değil ondan eminiz.
Siz hangi tarafta yer almak isterdiniz kızlar? Canı yanan erkeğin mi yoksa can yakan erkeğin mi?
İyi akşamlar
Ağlayan ve ağlamayan erkek olarak ayıralım öncelikle. Ağlayabilen erkek dürüsttür, duygusaldır ve aşıktır. Ağlayamayan erkek ise umursamazdır, iyi bir yalancıdır ve gönlü hovardadır. Bazı erkekler ağlamayı yalanının bir parçası da yaparlar, ona inanan geri zekalı kızlar da günümüzde bir hayli fazladır. İnanmak istiyoruz ne yapalım? Neye inanıp neye inanmayacağımıza bu devirde karar veremez olduk, kabul. Ağlamak bir ölçüt değil, onu söyleyeyim ama bir gösterge.
Peki neden ağlarız? Haksızlığa uğradığımızda, çok sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde (ölü ya da diri), belki değer verdiğimiz bir nesneyi kaybettiğimizde ve hırslıysak çok istediğimiz bir şeye sahip olamadığımızda... Bunlar ağlamak için geçerli sebepler. Şimdi ağlamayan erkekler, böyle bir durumla karşılaşmamış olabilirler. Mesela hiç bir kız tarafından reddedilmemiş olabilirler. Her kız ona kucak açtıysa, istediğini verdiyse çocuğun suçu ne? Neden ağlasın? Şımarık büyüdüyse, her istediği olduysa neden ağlasın? Sevdikleri yanındaysa neden ağlasın? Ağlamıyor diye suçlayacak değiliz elbet ama işte eğer bir erkek hiç ağlamadıysa ona güven olmayacağını da bilmeliyiz. Ağlamayan erkek ağlatır bir kere, üzer.
Bir de canı yanmış erkekleri inceleyelim. Sevdiği kız onu terk etmiş, belki de o kız için ağlamış. Bir süre yalnız kalmış ya da kalmamış ve hemen yerini doldurmaya çalışmış. Hep bir ümitle yine o kızın geri dönmesini beklemiş. Kız dönmemiş, yine üzülmüş, ağlamış ama yine de onu unutmak için elinde tuttuğu kızı kaçırmamak için ona iyi davranmış. Bir gün sevdiği kız ona yeni bir sevgilisi olduğunu söyleyince canı yanan erkek, olayın şokuyla diğer kıza evlenme teklif edip hemen söz yapmışlar. Burada canı yanan erkek, yanındaki kızın canını bir ömür boyu yakacağını bilmiyor mu yoksa bilmek mi istemiyor soru işareti ama büyük bir sinirle nelere yol açıyor bunun da farkında değil ondan eminiz.
Siz hangi tarafta yer almak isterdiniz kızlar? Canı yanan erkeğin mi yoksa can yakan erkeğin mi?
İyi akşamlar
6 Haziran 2014 Cuma
Kendi düşen ağlamaz.
Hata yapmak insanlara mahsustur. Başkasının hatasını kabul etmemek de öyle. Sadece kendi hatalarımızı kabul ediyoruz ve bir başkası hata yaptığında ister istemez sinirleniyoruz. Empati kurmak biraz geç geliyor aklımıza.
Eğer zarar göreceksek kendimizden zarar görmek daha mantıklı geliyor. Mesela kaşlarınızı kendiniz aldınız, bozuk oldu ama sonuçta kendiniz kötü aldınız. Suçu atacak kimse olmadığı için bir şekilde olumlu yanlarını görerek hayatınıza devam ediyorsunuz. Ama eğer kuaför incelttiyse ya da başka bir şekil verdiyse kendinizi çok kötü hissediyorsunuz hatta kızıyorsunuz. Hiçbir şekilde beğenmiyorsunuz ve mutsuz geziyorsunuz.
İş yerinde bir şeyi yanlış yaptınız diyelim. O yanlışı savunacak bin bir türlü mazeret uydurabiliyorsunuz, oysa ki hatanızın farkındasınız ama bunu kendinize yediremiyorsunuz. Diyelim ki bu hatayı iş yerinden başka birisi yapsa onun bu hatasına kayıtsız kalamıyorsunuz, mazeretlerini dinlemek bile istemiyorsunuz.
Birine aşık oldunuz, bağlandınız, sevdiniz diyelim. Zamanı geldiğinde terk edildiğinizde ya da aldatıldığınızda suçu atacak kimseniz yine yok. Yanlış kişiyi seçtiğiniz için suçlu sizsiniz ama o anda aşık olmanın heyecanını yaşarken bu gibi ihtimalleri göz önünde bile bulundurmuyordunuz. Kendiniz aşık olduğunuz, kendiniz seçtiğiniz için yine kimseye bir şey söylemeyerek hayatınıza devam etmeye çalışacaksınız. Eğer arkadaşlarınızın önerdiği bir kişiyle bir ilişkiye başlasaydınız, sonunda aldatıldığınızda ya da terk edildiğinizde o arkadaşlarınızı suçlayıp belki de ilişiğinizi kesecektiniz.
Başkalarına danışmadan aldığınız herhangi bir eşyayı da sorunlu çıktıysa yine siz aldığınız için toz kondurmak istemezsiniz. Sürekli tamir ettirmeye çalışırsınız, temizlersiniz falan filan. Başkası alsaydı eğer değiştirmek için her yolu denerdiniz, ya da birisine danışarak alsaydınız bu sefer aldığınız kişiye güvenmeyecektiniz ve kendinizi rahatlatacaktınız belki de.
Kendimiz karar vermek, uygulamak, yaşayarak öğrenmek için bazen elimizi taşın altına koyuyoruz. Taş bizi ezse de, bize zarar da verse o bizim kararımız diyerek kendimize saygı duyuyoruz ama elimizin üzerine taşı bir başkası koyduysa, elimiz biraz zarar görse o taşı alıp kafasına atmaya çalışıyoruz.
Başkalarını suçlamamak için kendi kararlarımızı kendimiz vermeliyiz diye düşünüyorum. Böylece kimseyi kırmayız ve suçlamayız. Daha az hasarla yolumuza devam ederiz.
Eğer zarar göreceksek kendimizden zarar görmek daha mantıklı geliyor. Mesela kaşlarınızı kendiniz aldınız, bozuk oldu ama sonuçta kendiniz kötü aldınız. Suçu atacak kimse olmadığı için bir şekilde olumlu yanlarını görerek hayatınıza devam ediyorsunuz. Ama eğer kuaför incelttiyse ya da başka bir şekil verdiyse kendinizi çok kötü hissediyorsunuz hatta kızıyorsunuz. Hiçbir şekilde beğenmiyorsunuz ve mutsuz geziyorsunuz.
İş yerinde bir şeyi yanlış yaptınız diyelim. O yanlışı savunacak bin bir türlü mazeret uydurabiliyorsunuz, oysa ki hatanızın farkındasınız ama bunu kendinize yediremiyorsunuz. Diyelim ki bu hatayı iş yerinden başka birisi yapsa onun bu hatasına kayıtsız kalamıyorsunuz, mazeretlerini dinlemek bile istemiyorsunuz.
Birine aşık oldunuz, bağlandınız, sevdiniz diyelim. Zamanı geldiğinde terk edildiğinizde ya da aldatıldığınızda suçu atacak kimseniz yine yok. Yanlış kişiyi seçtiğiniz için suçlu sizsiniz ama o anda aşık olmanın heyecanını yaşarken bu gibi ihtimalleri göz önünde bile bulundurmuyordunuz. Kendiniz aşık olduğunuz, kendiniz seçtiğiniz için yine kimseye bir şey söylemeyerek hayatınıza devam etmeye çalışacaksınız. Eğer arkadaşlarınızın önerdiği bir kişiyle bir ilişkiye başlasaydınız, sonunda aldatıldığınızda ya da terk edildiğinizde o arkadaşlarınızı suçlayıp belki de ilişiğinizi kesecektiniz.
Başkalarına danışmadan aldığınız herhangi bir eşyayı da sorunlu çıktıysa yine siz aldığınız için toz kondurmak istemezsiniz. Sürekli tamir ettirmeye çalışırsınız, temizlersiniz falan filan. Başkası alsaydı eğer değiştirmek için her yolu denerdiniz, ya da birisine danışarak alsaydınız bu sefer aldığınız kişiye güvenmeyecektiniz ve kendinizi rahatlatacaktınız belki de.
Kendimiz karar vermek, uygulamak, yaşayarak öğrenmek için bazen elimizi taşın altına koyuyoruz. Taş bizi ezse de, bize zarar da verse o bizim kararımız diyerek kendimize saygı duyuyoruz ama elimizin üzerine taşı bir başkası koyduysa, elimiz biraz zarar görse o taşı alıp kafasına atmaya çalışıyoruz.
Başkalarını suçlamamak için kendi kararlarımızı kendimiz vermeliyiz diye düşünüyorum. Böylece kimseyi kırmayız ve suçlamayız. Daha az hasarla yolumuza devam ederiz.
19 Nisan 2014 Cumartesi
İlk çekim deneyimim
Artık amatör de olsa bir oyuncuyum.
Bu sabah aldığım bir telefon sayesinde ilk oyunculuk deneyimim gerçekleşti. Rolüm ise gazetecilik. Sabah kahvaltımı yarıda bırakarak sanki arkamdan atlı kovalıyormuşçasına evden çıkıp otobüsle kendimi Taksim'e attım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden, hangi dizi için aradıklarını bilmeden bu maceraya atıldım. Neyse ki kostümüm beğenildi de değiştirmek zorunda kalmadım.
Öncelikle bizi bir odaya aldılar ve rolümüzün nasıl olacağını bilmeden bekledik diğer insanlarla. Gazetecilerin sırası geldiğinde bizi bahçe kapısına aldılar ve neler yapmamız gerektiğini öğütlediler. Elime de metal, çok ağır ve eski tip bir fotoğraf makinesi verdiler. Röportaj yapabilmek için arbede yaratmamız ve olay çıkarmamız gerekiyordu. Zavallı eski fotoğraf makinemin ön merceği de bu arbededen nasibini alarak çekim sırasında kendini yere attı. Aynı zamanda topuklu ayakkabımın topukları da yerdeki mazgalların arasına girdi de neyse ki düşmedim. Bu ilk sahneydi.
İkinci sahnede istediğimizi alıp röportaj yapıyorduk. Bu sahne baya kalabalıktı. Ben zavallı kameram düşmesin diye sıkı sıkı tutarken bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Rolüm buydu sadece ama 10 defadan fazla çekmişizdir bu sahneyi. Artık kollarım o ağır makineyi tutmaktan uyuşmuş ve karnım iyice acıkmıştı. Dizi çekimi zor işmiş gerçekten.
Yarın sabah 7.30'da çekimde olmam gerekiyor. Bu sefer belki replik verecekler. Hangi dizi olduğunu söylemeyeceğim, belki kötü çıkmışımdır. Rezil olmayayım. Bakalım neler olacak...
Bu sabah aldığım bir telefon sayesinde ilk oyunculuk deneyimim gerçekleşti. Rolüm ise gazetecilik. Sabah kahvaltımı yarıda bırakarak sanki arkamdan atlı kovalıyormuşçasına evden çıkıp otobüsle kendimi Taksim'e attım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden, hangi dizi için aradıklarını bilmeden bu maceraya atıldım. Neyse ki kostümüm beğenildi de değiştirmek zorunda kalmadım.
Öncelikle bizi bir odaya aldılar ve rolümüzün nasıl olacağını bilmeden bekledik diğer insanlarla. Gazetecilerin sırası geldiğinde bizi bahçe kapısına aldılar ve neler yapmamız gerektiğini öğütlediler. Elime de metal, çok ağır ve eski tip bir fotoğraf makinesi verdiler. Röportaj yapabilmek için arbede yaratmamız ve olay çıkarmamız gerekiyordu. Zavallı eski fotoğraf makinemin ön merceği de bu arbededen nasibini alarak çekim sırasında kendini yere attı. Aynı zamanda topuklu ayakkabımın topukları da yerdeki mazgalların arasına girdi de neyse ki düşmedim. Bu ilk sahneydi.
İkinci sahnede istediğimizi alıp röportaj yapıyorduk. Bu sahne baya kalabalıktı. Ben zavallı kameram düşmesin diye sıkı sıkı tutarken bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Rolüm buydu sadece ama 10 defadan fazla çekmişizdir bu sahneyi. Artık kollarım o ağır makineyi tutmaktan uyuşmuş ve karnım iyice acıkmıştı. Dizi çekimi zor işmiş gerçekten.
Yarın sabah 7.30'da çekimde olmam gerekiyor. Bu sefer belki replik verecekler. Hangi dizi olduğunu söylemeyeceğim, belki kötü çıkmışımdır. Rezil olmayayım. Bakalım neler olacak...
12 Nisan 2014 Cumartesi
Kadınlar için yazdım.
Eski yazılarıma bir göz attım da her şey hakkında yazmışım neredeyse. En çok "kadınlar neden aramaz?" yazım tıklanmış, bunu fark ettim. Neden bu kadar merak edildiğini anlayamadım sadece. Umarım merak edenleri tatmin etmişimdir.
Neyse, kadınların neden aramadığını bırakalım da erkeklerin neden aramadığına gelelim. Kısa ve net bir yanıtı olduğunu biliyorum ama bunu irdelemek istedim. Hoşlanmadığı için aramıyor diyeceksiniz. Doğru, ama sizden çok büyük darbe almış olma ya da başkasından hoşlanma ihtimalleri de yüksekte.
Öncelikte erkekleri irdeleyelim. "Ciddi bir ilişki düşünmüyorum" diye ortalıkta gezinen erkekler hiç samimi değilsiniz! Henüz bir ilişkiniz bitmiş, bekarlığın sultanlığı derdindesiniz farkındayız. "Nefes alsın yeter" düşüncesiyle dili dışarıda gezen erkekler ise çok samimi diye onları da sevecek değiliz tabi ama bunun ortası nedir? "Evlenmek istiyorum" diye dolaşanlardan da kaçıyoruz bu arada. Hemen evlenmek istiyor diye atlayacak değiliz, biz hazır mıyız önce buna da bakmak lazım değil mi? Belki biraz hoşumuza gidiyor olabilir evlenmek isteyen erkek tipleri ama tanımadan bunun olmayacağı da aşikar iken böyle düşünüyor diye o adamla evlenilmez. Bakmış ki çevresindekiler onu bir an önce everecek, o da bari kendi beğendiğim kişiyle evleneyim diye açmış dört gözünü aranıyor. Bu da samimi gelmiyor.
Öncelikle siz yukarıdaki düşüncelerden hangisine sahip bir erkekle birlikte olmak istiyorsunuz da aramasını bekliyorsunuz? Aramasını beklediğiniz insan yukarıdaki özelliklere uymamalı, önce bunu düşünün ve yeniden değerlendirin.
Gelelim sevilecek erkek tiplerine... Yıllardır arkadaş gibi dertleşip, sırlarınızı paylaştığınız, sizi destekleyen, yanınızdan hiç ayrılmayan, sizi paltolara montlara sarıp üzerine bir de zincirlemeyen, yani kıskançlıklarıyla sıkmayan, heyecanınızın asla bitmediği, gülüşüne hayran olduğunuz, çirkin olduğunuzu düşündüğünüz anlarda bile size prensesmişsiniz gibi hissettiren, sizi güldüren erkekleri sevin, koruyun. Nesilleri tükenmemesi gereken ama gün geçtikçe tükenen erkeklerdir onlar. Fark ettiyseniz güven veren konusuna girmedim, çünkü az önce söylediklerim zaten kulağa güven verici geliyordur.
Aramadıklarında üzülmeniz gereken erkekler bunlardır. Tekrar aramalarını sağlamak gibi stratejilerim yok, stratejiye karşıyım. Karşılıklı olmasından yanayım her zaman. Kimseyi çantanıza atıp üzerine fermuar çekemezsiniz. Tabi aramıyor diye de depresif gezmenizin bir anlamı yok, elbette böyle insanlar çıkar karşınıza tabi, böyle insanlar çıkmadan önce 3. paragraftaki erkeklere pas vermediyseniz.
Öyle işte... İyi hafta sonları!
Neyse, kadınların neden aramadığını bırakalım da erkeklerin neden aramadığına gelelim. Kısa ve net bir yanıtı olduğunu biliyorum ama bunu irdelemek istedim. Hoşlanmadığı için aramıyor diyeceksiniz. Doğru, ama sizden çok büyük darbe almış olma ya da başkasından hoşlanma ihtimalleri de yüksekte.
Öncelikte erkekleri irdeleyelim. "Ciddi bir ilişki düşünmüyorum" diye ortalıkta gezinen erkekler hiç samimi değilsiniz! Henüz bir ilişkiniz bitmiş, bekarlığın sultanlığı derdindesiniz farkındayız. "Nefes alsın yeter" düşüncesiyle dili dışarıda gezen erkekler ise çok samimi diye onları da sevecek değiliz tabi ama bunun ortası nedir? "Evlenmek istiyorum" diye dolaşanlardan da kaçıyoruz bu arada. Hemen evlenmek istiyor diye atlayacak değiliz, biz hazır mıyız önce buna da bakmak lazım değil mi? Belki biraz hoşumuza gidiyor olabilir evlenmek isteyen erkek tipleri ama tanımadan bunun olmayacağı da aşikar iken böyle düşünüyor diye o adamla evlenilmez. Bakmış ki çevresindekiler onu bir an önce everecek, o da bari kendi beğendiğim kişiyle evleneyim diye açmış dört gözünü aranıyor. Bu da samimi gelmiyor.
Öncelikle siz yukarıdaki düşüncelerden hangisine sahip bir erkekle birlikte olmak istiyorsunuz da aramasını bekliyorsunuz? Aramasını beklediğiniz insan yukarıdaki özelliklere uymamalı, önce bunu düşünün ve yeniden değerlendirin.
Gelelim sevilecek erkek tiplerine... Yıllardır arkadaş gibi dertleşip, sırlarınızı paylaştığınız, sizi destekleyen, yanınızdan hiç ayrılmayan, sizi paltolara montlara sarıp üzerine bir de zincirlemeyen, yani kıskançlıklarıyla sıkmayan, heyecanınızın asla bitmediği, gülüşüne hayran olduğunuz, çirkin olduğunuzu düşündüğünüz anlarda bile size prensesmişsiniz gibi hissettiren, sizi güldüren erkekleri sevin, koruyun. Nesilleri tükenmemesi gereken ama gün geçtikçe tükenen erkeklerdir onlar. Fark ettiyseniz güven veren konusuna girmedim, çünkü az önce söylediklerim zaten kulağa güven verici geliyordur.
Aramadıklarında üzülmeniz gereken erkekler bunlardır. Tekrar aramalarını sağlamak gibi stratejilerim yok, stratejiye karşıyım. Karşılıklı olmasından yanayım her zaman. Kimseyi çantanıza atıp üzerine fermuar çekemezsiniz. Tabi aramıyor diye de depresif gezmenizin bir anlamı yok, elbette böyle insanlar çıkar karşınıza tabi, böyle insanlar çıkmadan önce 3. paragraftaki erkeklere pas vermediyseniz.
Öyle işte... İyi hafta sonları!
5 Nisan 2014 Cumartesi
Hayalin biri bin para...
Bunu da yapmadım demem galiba...
Bir akşam iş ilanlarını incelerken oyunculuk ilanına rastladım. Kuzenimin hep hayaliydi, fakat benim aklıma gelmemişti hiç. Tamam şakacıyım, kandırmayı, şaşırtmayı, yalan söylemeyi falan beceririm ama oyunculuk konusunda hiç iddiam yoktu. Kuzenime ilanı gösterdim, "Hadi başvursana" dedim. O da "Sen de başvurursan başvururum" dedi. Kaybedecek bir şeyim olmadığı için iyi deyip başvurdum ben de. Ne de olsa aramazlar diye düşünüyordum.
Cumartesi günü şarjımın bittiği bir anda tanımadığım bir numara aramış. Ben de geri aradım ama meşgul çaldı. Hemen sonrasında o numara tekrar aradı. Başvurduğum ajanstan arıyorlarmış, CVmi olumlu bulmuşlar(ki CVmde iğrenç bir vesikalık fotoğrafım ve oyunculukla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir özgeçmişim vardı nesini olumlu bulduklarını anlayamadım ama neyse) falan filan... "Pazar günü görüşmeye gelebilir misiniz" diye sordular, ben de kabul ettim. Hemen kuzenimi aradım. Onu da tanımadığı numara aramış o da açmamış. Hemen araması gerektiğini söyledim ve onu da aynı gün görüşmeye çağırdılar. Bu arada Kıvanç Tatlıtuğ ile başrolde oynamak gibi hayaller gözümün önünde canlandı. Hemen evden koşarak çıkıp kuaförüme koştum. Saçlara boya, ellere manikür falan ne gerekiyorsa yaptırdım. Kuafördekilere de oyuncu olursam baş kuaförüm olacaklarına söz verdim. Akşam amcamlara yemeğe gittik, orada da hayaller havada uçuştu. Tabi gece heyecandan ikimiz de uyuyamadık ve sabah alarmdan önce uyandık. Güzelce kahvaltımızı yaptık, giyindik, süslendik ve o halimizle metrobüse bindik. Şansımıza kalabalık değildi. Kalabalık olmadığı zamanlar da olduğuna hayret ettim. Neyse erkenden gideceğimiz yere ulaştık. Ajansa girdiğimizde bizi hemen toplantı salonuna alıp başvuru formu doldurttular. Sonra tek tek görüşmeye çağırdılar. Görüşmeyi hiç öyle hayal etmemiştim. Sanki onlar bizi bu iş konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu arada bizi bir reklam kampanyasının yeni yüzü olmak için çağırmışlardı. CVlerden 30 kişi elemişler ve bu 30 kişiden de 5 kişi eleyeceklermiş. Reklam kampanyasının bütçesi gayet iyiymiş, bir reklam çekimi için 2000-5000 TL arasında ücret veriyorlarmış, bunun için de fotoğraflar ve videolar çekmeleri gerekiyormuş. Görüşme yapan kadına "Kuzenimle konuşabilir miyim karar vermeden önce?" diye sorduğumda "Kuzeniniz şu anda çekimde" cevabını alınca anladım ki ben de kabul etmeliyim. :) Her şeye tamam deyip başladım çekim için sıramı beklemeye. Sıra bana geldiğinde heyecanım doruklardaydı ama hala orada ne işim olduğunu düşünmüyor değildim. Öncelikle amatör bir kameraman (belki de daha çocuktu bilemiyorum) beni karşıladı. Önce normal bir poz, sonrasında sırayla şaşırmış, korkmuş, boş bakan, gülümseyerek sağdan ve soldan, eller belde gibi çeşitli pozlar verdim. Tabi nasıl çıktığım konusunda hiçbir fikrim yoktu, göstermediler de neyse hayırlısı. Fotoğraf çekimlerinden sonra benden kendim hakkında, neden oraya geldiğim hakkında bir konuşma yapmamı istediler ve bunu da videoya çektiler. Heyecandan hobilerimi söylemeyi unuttum ama burada söyleyeyim: blog yazmak, kitap okumak, seyahat etmek. Bu videodan sonra da rol yapmamı istediler. Senaryo şöyleydi: İşten eve geliyorum, sevgilimi evde arıyorum ama bulamıyorum, masada bir mektup görüyorum, mektubu okuyorum, sevgilim beni terk etmiş, önce şaşırıyorum, sonra üzülüyorum, sonra da kızıyorum ve olay bitiyor. İşten eve geldim, sevgilimi aradım, odalara bakıyormuşum gibi yaptım. Ama orada aklıma gelen ilk isimle bağırmaya başladım: "Adnaan nerdesin?" Burada yemin edebilirim ki Adnan diye ne bir sınıf arkadaşım, ne bir akrabam ne de tanıdığım vardı. Herhalde Aşk-ı Memnu'ya gitti benim hayaller! :) Adnan kimse artık... Neyse sonra mektubu okurken bütün söylenilenleri de yaptım ama orada gerçekten başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş hissini canlandırdığıma inanıyorum ki öyle hissetmiştim. En sonunda mektubu yere fırlatarak rolümü tamamladım. Kameramanın hiçbir pozuma, hiçbir hareketime olumsuz bir tepki göstermemesi de çok ilginçti. Bu sebeple çekimlerim çok kısa bir süre içerisinde bitti. İlk çekim deneyimimi de böyle yaşadım. 2-3 haftaya kadar haber vereceklerini söylediler ve oradan ayrıldık.
Ertesi gün işyerinde iş arkadaşlarımla bana dizi beğendik. Kurt Seyit'in evleneceği Türk kızı olabilirim, buna karar verdik. İyi ki Muhteşem Yüzyıl bu sezon sona eriyor, yoksa kesin cariye olurdum. Hatta işyerindeki sekreter menajerim olmayı teklif etti. Hayaller aleminde yaşıyoruz bu aralar, hayırlısı...
Bir akşam iş ilanlarını incelerken oyunculuk ilanına rastladım. Kuzenimin hep hayaliydi, fakat benim aklıma gelmemişti hiç. Tamam şakacıyım, kandırmayı, şaşırtmayı, yalan söylemeyi falan beceririm ama oyunculuk konusunda hiç iddiam yoktu. Kuzenime ilanı gösterdim, "Hadi başvursana" dedim. O da "Sen de başvurursan başvururum" dedi. Kaybedecek bir şeyim olmadığı için iyi deyip başvurdum ben de. Ne de olsa aramazlar diye düşünüyordum.
Cumartesi günü şarjımın bittiği bir anda tanımadığım bir numara aramış. Ben de geri aradım ama meşgul çaldı. Hemen sonrasında o numara tekrar aradı. Başvurduğum ajanstan arıyorlarmış, CVmi olumlu bulmuşlar(ki CVmde iğrenç bir vesikalık fotoğrafım ve oyunculukla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir özgeçmişim vardı nesini olumlu bulduklarını anlayamadım ama neyse) falan filan... "Pazar günü görüşmeye gelebilir misiniz" diye sordular, ben de kabul ettim. Hemen kuzenimi aradım. Onu da tanımadığı numara aramış o da açmamış. Hemen araması gerektiğini söyledim ve onu da aynı gün görüşmeye çağırdılar. Bu arada Kıvanç Tatlıtuğ ile başrolde oynamak gibi hayaller gözümün önünde canlandı. Hemen evden koşarak çıkıp kuaförüme koştum. Saçlara boya, ellere manikür falan ne gerekiyorsa yaptırdım. Kuafördekilere de oyuncu olursam baş kuaförüm olacaklarına söz verdim. Akşam amcamlara yemeğe gittik, orada da hayaller havada uçuştu. Tabi gece heyecandan ikimiz de uyuyamadık ve sabah alarmdan önce uyandık. Güzelce kahvaltımızı yaptık, giyindik, süslendik ve o halimizle metrobüse bindik. Şansımıza kalabalık değildi. Kalabalık olmadığı zamanlar da olduğuna hayret ettim. Neyse erkenden gideceğimiz yere ulaştık. Ajansa girdiğimizde bizi hemen toplantı salonuna alıp başvuru formu doldurttular. Sonra tek tek görüşmeye çağırdılar. Görüşmeyi hiç öyle hayal etmemiştim. Sanki onlar bizi bu iş konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu arada bizi bir reklam kampanyasının yeni yüzü olmak için çağırmışlardı. CVlerden 30 kişi elemişler ve bu 30 kişiden de 5 kişi eleyeceklermiş. Reklam kampanyasının bütçesi gayet iyiymiş, bir reklam çekimi için 2000-5000 TL arasında ücret veriyorlarmış, bunun için de fotoğraflar ve videolar çekmeleri gerekiyormuş. Görüşme yapan kadına "Kuzenimle konuşabilir miyim karar vermeden önce?" diye sorduğumda "Kuzeniniz şu anda çekimde" cevabını alınca anladım ki ben de kabul etmeliyim. :) Her şeye tamam deyip başladım çekim için sıramı beklemeye. Sıra bana geldiğinde heyecanım doruklardaydı ama hala orada ne işim olduğunu düşünmüyor değildim. Öncelikle amatör bir kameraman (belki de daha çocuktu bilemiyorum) beni karşıladı. Önce normal bir poz, sonrasında sırayla şaşırmış, korkmuş, boş bakan, gülümseyerek sağdan ve soldan, eller belde gibi çeşitli pozlar verdim. Tabi nasıl çıktığım konusunda hiçbir fikrim yoktu, göstermediler de neyse hayırlısı. Fotoğraf çekimlerinden sonra benden kendim hakkında, neden oraya geldiğim hakkında bir konuşma yapmamı istediler ve bunu da videoya çektiler. Heyecandan hobilerimi söylemeyi unuttum ama burada söyleyeyim: blog yazmak, kitap okumak, seyahat etmek. Bu videodan sonra da rol yapmamı istediler. Senaryo şöyleydi: İşten eve geliyorum, sevgilimi evde arıyorum ama bulamıyorum, masada bir mektup görüyorum, mektubu okuyorum, sevgilim beni terk etmiş, önce şaşırıyorum, sonra üzülüyorum, sonra da kızıyorum ve olay bitiyor. İşten eve geldim, sevgilimi aradım, odalara bakıyormuşum gibi yaptım. Ama orada aklıma gelen ilk isimle bağırmaya başladım: "Adnaan nerdesin?" Burada yemin edebilirim ki Adnan diye ne bir sınıf arkadaşım, ne bir akrabam ne de tanıdığım vardı. Herhalde Aşk-ı Memnu'ya gitti benim hayaller! :) Adnan kimse artık... Neyse sonra mektubu okurken bütün söylenilenleri de yaptım ama orada gerçekten başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş hissini canlandırdığıma inanıyorum ki öyle hissetmiştim. En sonunda mektubu yere fırlatarak rolümü tamamladım. Kameramanın hiçbir pozuma, hiçbir hareketime olumsuz bir tepki göstermemesi de çok ilginçti. Bu sebeple çekimlerim çok kısa bir süre içerisinde bitti. İlk çekim deneyimimi de böyle yaşadım. 2-3 haftaya kadar haber vereceklerini söylediler ve oradan ayrıldık.
Ertesi gün işyerinde iş arkadaşlarımla bana dizi beğendik. Kurt Seyit'in evleneceği Türk kızı olabilirim, buna karar verdik. İyi ki Muhteşem Yüzyıl bu sezon sona eriyor, yoksa kesin cariye olurdum. Hatta işyerindeki sekreter menajerim olmayı teklif etti. Hayaller aleminde yaşıyoruz bu aralar, hayırlısı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)