28 Aralık 2013 Cumartesi
Şikayetim var!
Ne kadar söylenirsen o kadar söylersin, ne kadar üzülürsen o kadar üzersin, ne kadar mutsuz olursan o kadar mutsuz edersin. Ne yazık ki doğanın kanunu böyle. Ya mutlu olmayı bileceksin küçük şeylerden ya da sevindiğin ne kadar şey varsa gün gelecek seni pişman edecek.
Sevgilin seni her gün aramıyorsa, bu sebepten tartışma yaratıyorsan gün gelecek hiç aramayacak. Aradığı günlere bile sevinir hale geleceksin. Diyelim ki ailenin sana sürekli karışmasına kızıyorsun, evden ayrılacaksın. Bu sefer de aramadıklarında merak edeceksin, ya da özleyeceksin.
Neden elimizdekilerle mutlu olmayı beceremiyoruz? Neden hep kaybettiğimizde anlıyoruz önemli şeylerin değerini? Keşke uzaktan kumandamız olsaydı da bazı anları durdurup bazı anları geri alabilseydik... Uzaktan kumanda meselesini hep düşünmüşümdür. Zamanı durdurmak istediğim o kadar güzel anım oldu ki, o anlardan bir sürü olsaydı da geri almak istediğim zamanlarla değiştirebilseydim.
Hiç çok utandığınız ya da orada ölmek istediğiniz bir anınız oldu mu? Başınızdan kaynar sular döküldüğünü hissettiğiniz ya da? Sonrasında onlar da unutulmuştur, güzel anların zamanla unutulduğu gibi...
Hiçbir şeyi kafaya takmayın, geçmişe bir çizgi çekin, önünüzdeki hayata odaklanın, küçük şeylerle mutlu olun gibi klişe laflara hiçbirimiz uymuyoruz, biliyorum. Zaten bunları söylemek de çok saçma. Biz yine imkansıza, zorluklara ya da ne bileyim en üzen olaylara kapılacağız, yine pişman olacağız. İstediğiniz kadar kitap okuyun, yine inatçı ruhumuzla hareket edeceğiz. Bu bizim doğamızda var, ne yapalım yani? Ne kadar attan düşersek düşelim, yine binmeye çalışacağız. Kendimiz düşelim yeter ki...
Yenilen pehlivan güreşe doymaz. Ben ne kadar yaşadığınız anın değerini bilin desem de siz yine bilmeyeceksiniz, aynen benim yaptığım gibi. O yüzden şikayet ettiğimiz ne varsa özleyeceğiz...
17 Kasım 2013 Pazar
Sevmiyorsan Git Konuş Bence...
Merhabalar... Bir önceki yazımda hayatımdaki temel taşları yerine oturttuğumu yazmıştım. Ne kadar mutluymuşum o zamanlar.... "Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelir" diye bir söz vardır. Benimki de aynen öyle. İşi buldun da her şey bitti mi? Asıl olay işi bulduktan sonra başlıyormuş.
Keşke iş bulmakla bitseydi tüm meseleler... Gelelim olaylara... İşe başladık güzel hoş da adaptasyon süreci olmalıdır bir işte değil mi? Sanırım bu şirkette öyle bir olay yok. Daha önce hiç yapmadığım bir işte sanki yıllardır çalışıyormuşum gibi sorular sorulmaya başlandı ilk haftalarımda. Fransız olmakla Arap olmak sınırlarında gezerken ben, işleri yaşayarak öğrenmeye başladım. Hani ilkokula başladığında daha alfabeyi öğretmeden cümle yazmanı istemeleri gibi bir şey... Neyse ben deneyimle iş akışını öğrenmeye çalışırken bu sefer de patron gelip nedenini bilmeden yaptığım bir iş için beni azarladı. Tabi bu bir seferlik bir olay değil. Devamı da her gün geldi. Sadece patron olsa iyi diyeceğim ama bu sefer bana olayları tam olarak anlatmayan insanlar da köstek olmaya başlayınca kendimi şamar oğlanı gibi hissedip evde bunalım yaşamaya başladım. Kafama koymuştum istifa etmeyi. Hatta her sabah işe giderken "Bugün kesinlikle konuşacağım. Yarın da ooh öğlene kadar uyurum." diye hayal kuruyordum. Her gece kuzenimle iş başvurusu seansları düzenleyip cv güncelliyorduk. Derken bir gün babam beni gaza getirince açıldım yöneticime. "Ofis elemanı olarak davranılmasından rahatsızım. İş ilişkisinde olduğum insanlara rezil edilmekten rahatsızım. Beni çocuk gibi azarlamak yerine benden memnun olmadığınızı söyleyebilirsiniz. Bu ofis ortamından rahatsızım ve mutsuzum. Benim mutluluğum daha önemli. Ayrılmak istiyorum." deyip öyle bir rahatladım ki anlatamam. Benim beklediğim tepki "Biz buyuz, kendin bilir canım" denmesiydi. Fakat öyle olmadı... "Benim seni korumam gerekirdi, haklısın. Bundan sonra daha dikkatli olacağım. Patronla da konuşup sadece bana bağlı olmanı sağlayacağım. Sen de mutsuz olduğun noktaları benimle anında konuşabilirsin. Dertleşebilirsin her zaman." cevabını duyunca salaklığıma güldüm. Neden aylarca depresyonda yaşamışım dedim. Daha önce konuşsaymışım ya. Ama bakalım şimdi neler olacak? Vaad edilenler gerçekleşecek mi yoksa oyalama çabaları mıydı? Acayip rahatladım ama tetikteyim. Siz de sevmiyorsanız gidin konuşun bence...
Tatilin keyfini çıkarın. Görüşmek üzere...
Keşke iş bulmakla bitseydi tüm meseleler... Gelelim olaylara... İşe başladık güzel hoş da adaptasyon süreci olmalıdır bir işte değil mi? Sanırım bu şirkette öyle bir olay yok. Daha önce hiç yapmadığım bir işte sanki yıllardır çalışıyormuşum gibi sorular sorulmaya başlandı ilk haftalarımda. Fransız olmakla Arap olmak sınırlarında gezerken ben, işleri yaşayarak öğrenmeye başladım. Hani ilkokula başladığında daha alfabeyi öğretmeden cümle yazmanı istemeleri gibi bir şey... Neyse ben deneyimle iş akışını öğrenmeye çalışırken bu sefer de patron gelip nedenini bilmeden yaptığım bir iş için beni azarladı. Tabi bu bir seferlik bir olay değil. Devamı da her gün geldi. Sadece patron olsa iyi diyeceğim ama bu sefer bana olayları tam olarak anlatmayan insanlar da köstek olmaya başlayınca kendimi şamar oğlanı gibi hissedip evde bunalım yaşamaya başladım. Kafama koymuştum istifa etmeyi. Hatta her sabah işe giderken "Bugün kesinlikle konuşacağım. Yarın da ooh öğlene kadar uyurum." diye hayal kuruyordum. Her gece kuzenimle iş başvurusu seansları düzenleyip cv güncelliyorduk. Derken bir gün babam beni gaza getirince açıldım yöneticime. "Ofis elemanı olarak davranılmasından rahatsızım. İş ilişkisinde olduğum insanlara rezil edilmekten rahatsızım. Beni çocuk gibi azarlamak yerine benden memnun olmadığınızı söyleyebilirsiniz. Bu ofis ortamından rahatsızım ve mutsuzum. Benim mutluluğum daha önemli. Ayrılmak istiyorum." deyip öyle bir rahatladım ki anlatamam. Benim beklediğim tepki "Biz buyuz, kendin bilir canım" denmesiydi. Fakat öyle olmadı... "Benim seni korumam gerekirdi, haklısın. Bundan sonra daha dikkatli olacağım. Patronla da konuşup sadece bana bağlı olmanı sağlayacağım. Sen de mutsuz olduğun noktaları benimle anında konuşabilirsin. Dertleşebilirsin her zaman." cevabını duyunca salaklığıma güldüm. Neden aylarca depresyonda yaşamışım dedim. Daha önce konuşsaymışım ya. Ama bakalım şimdi neler olacak? Vaad edilenler gerçekleşecek mi yoksa oyalama çabaları mıydı? Acayip rahatladım ama tetikteyim. Siz de sevmiyorsanız gidin konuşun bence...
Tatilin keyfini çıkarın. Görüşmek üzere...
8 Eylül 2013 Pazar
Yeni bir hayat, gerisi bayat!
Hayatı sıfırdan kurup yaşamaya başlamak kulağa hoş gelse de epeeeeeeey zorlukları varmış...
Bunun için öncelikle bir eve, bir işe ve düzene ihtiyaç vardı. Bende hiçbiri yoktu. Ev aramakla başladığım bu süreçte oldukça zorluklar yaşadım. Ev aradım günlerce. Bütün emlakçılara telefon numaramı bıraktım. Koskoca İstanbul'da doğru düzgün bir ev bulmak ne kadar zormuş! İnternet sitesinde instagram fotoğrafı gibi mükemmel görünen evler yakından bakınca ölü suratlara benziyordu. Bir yandan işsizlik bunalımı bastırırken diğer yandan evsizlik çok koyuyordu.
Derken içi ve yeri güzel bir ev bulup anında tuttum. Kuzenimle birlikte yaşayacağımız için onun da görmesi gerekiyordu tabi ki. Ertesi gün gelip evi gördüğünde beğenmedi ne yazık ki. Bu arada sözleşmeyi yapmış, emlakçı komisyonunu, depozitoyu ve yarım kirayı da ilgili yerlere bırakmıştım bile. Şimdi uğraşmamız gereken, bu sözleşmeyi nasıl feshedeceğimizdi. Avukatlara mı danışmadık, ev sahibiyle mi uzlaşmaya çalışmadık? Hepsini denedikten sonra en sonunda depozitomuzu kurtarabildik. Emlakçımız bize paranın yüzünü bile göstermedi. Neyse giden gitti.
O evden kurtulur kurtulmaz yeni bir ev bulduk. Bu ev biraz mahalle hayatı yaşatıyor bize. Örneğin evlerden sepetler sarkıtılıyor bakkallara, çocuklar mahallede top oynuyor, penceremde muhabbetler dönüyor. Mahalle esnafı evlere her türlü hizmeti sunuyorlar. Tekel büfe 24 saat çalışıyor, kuaföre gittiğimde Türk kahvemi yudumluyorum aile muhabbetiyle. Bakkal amca "seç beğen al" diyor, serbest bırakıyor. Mahallede dönen olayları bir başka yazımda anlatırım.
Neyse evi bulunca geriye iş aramak kalmıştı. İnternet sitesinden başvurduğum şirketler aylar sonra geri döndüğü için artık elden başvurmak gerektiğine kanaat getirmiştim. Tanıdıklar devreye girmişti bu zavallı işsiz kız için. Derken bir şirketle anlaştım. Müşteri temsilcisi asistanı olarak başladım görevime. 9.00-18.00 arası çalışıyorum ve hafta sonları da tatilim. Her gün yeni bir şey öğreniyorum. Tekstil gerçekten ayrıntılarda gizliymiş.
İşi ve evi de rayına oturttum. Geriye aşk kalıyor. O da bana kalsın. :)
Özgür görünümlü tutsak ülke!
Ne medya özgürlüğü, ne halkın düşünce özgürlüğü olan bir ülkede yaşıyoruz. Tek özgür olan başbakan! Yüzde çoğunluğu tutturup seçildikleri için demokrasinin kendileri olduklarına inanıyorlar ama atladıkları şey, seçildikleri için her yetkinin kendilerinde olduğuna inanmaları.
Halk oylaması yani referandum diye bir şeyi atlayıp kendi kararlarıyla bazı şeyleri halka diretmeleri bizim gururumuza dokunuyor. Taksim Gezi Parkı meselesi de bu olaylardan birisi. Gezi parkındaki ağaçlar yıkılıp yerine kışla yapılacakmış, alışveriş merkezi yapılacakmış. Amaç nedir? Tarihten gelen bir içgüdü mü? Yoksa canı mı istedi? Halka sordu mu? Halk sormadan cevap(tepki) verdiği için polisler üzerlerine salınmadı mı? Silahsız savunmaya çalışan yaşlı, genç Türk insanları yaralanmadı mı, ölmediler mi? Sadece ağaçlar yıkılacak diye bu kadar tepki gösteren insanlara neredeyse geri zekalı muamelesi yapıp yandaşlarının gözleri kapatılmadı mı? Evet gerçekten demokratik bir ülkeymişiz! Hakkını arayan millete biber gazı, portakal gazı, tazyikli su vereceğine tekrardan seçme hakkı ver de görelim demokrasinin gücünü! Tabi bu kadar insandan korkmuyorsan!
Halk oylaması yani referandum diye bir şeyi atlayıp kendi kararlarıyla bazı şeyleri halka diretmeleri bizim gururumuza dokunuyor. Taksim Gezi Parkı meselesi de bu olaylardan birisi. Gezi parkındaki ağaçlar yıkılıp yerine kışla yapılacakmış, alışveriş merkezi yapılacakmış. Amaç nedir? Tarihten gelen bir içgüdü mü? Yoksa canı mı istedi? Halka sordu mu? Halk sormadan cevap(tepki) verdiği için polisler üzerlerine salınmadı mı? Silahsız savunmaya çalışan yaşlı, genç Türk insanları yaralanmadı mı, ölmediler mi? Sadece ağaçlar yıkılacak diye bu kadar tepki gösteren insanlara neredeyse geri zekalı muamelesi yapıp yandaşlarının gözleri kapatılmadı mı? Evet gerçekten demokratik bir ülkeymişiz! Hakkını arayan millete biber gazı, portakal gazı, tazyikli su vereceğine tekrardan seçme hakkı ver de görelim demokrasinin gücünü! Tabi bu kadar insandan korkmuyorsan!
8 Mayıs 2013 Çarşamba
Ayrılığa Dair...
'Umurumda değil, iyi ki bitti. Omuzlarımdan koca bir yük gitti...' Güzel şarkı diyebilirim ama sözlerine gelince tam bir saçmalık! Öncelikle madem umurunda değil neden o kadar düşünüp şarkı sözü yazıyorsun? Şarkı sözünü de yazdın diyelim neden hüzünlü bir melodiyle söylüyorsun? Beyaz'ın eleştirisi bence çok yerinde olmuş ayrıca. Ayrılıktan sonra erkekler ayrılığı bir süre mutsuzluk sebebi olarak algılamadığı için doğru bir tespit olmuş.
Belirli bir süre 'Oh be kurtuldum, artık özgürüm!' psikolojisiyle kendilerini eğlence hayatına veren erkekler, yalnız kaldıklarını ancak iki-üç hafta sonra fark etmeye başlarlar. Kadınlarda ise kendileri de ayrılsa, erkek de ondan ayrılmış olsa anında kendilerini depresyon moduna sokarlar. Alışveriş yapmalar, sürekli dışarıda dolaşmalar, kendini eve kapatmalar, ağlama krizleri, belki arada sırada yine O'na mesaj atmalar, saç modelini değiştirmeler, çok yemek yemeler... şeklinde farklı davranışlar ilk iki hafta devam eder. Daha sonra özgür olduklarını fark ederler. İşte tam bu sırada erkek geri dönmek ister, kadın da yalnızlığa alışma evresini tamamlamak üzeredir. Eğer gerçekten iki taraf birlikte olmak istiyorsa birleşebilirler. Ama kadın artık soğuduysa bu birleşme olmaz. Kadınlar ayrılığı baştan sona yaşar, erkekler ise sondan başa...
Ayrılıktan önce kadınlar zaten ayrılığın yaklaştığının farkında oldukları için kendilerini hazırlamışlardır bu duruma. Yine de onun bir daha yanında olmayacağını, yaptığı iyi ve kötü şeyleri, anıları düşünerek kendisini üzer ve daha sonra bu üzüldüğü anları hatırlayarak ondan nefret etmeye başlar. Eğer üzülmese sevgisi bitmeyecek ve sürekli ona mesaj atarak, onu arayarak kendinden soğutacak ya da kötü duruma düşecektir. Kadınlar bunu yapmak zorunda olduğu bir görev olarak görür.
Oysa ayrıldıktan çok sonra fark ediyorsun ki kendini üzerek sadece zaman geçirmişsin, ayrılmak da birliktelik de sana çok şey kazandırmış. Daha olgunlaşmışsın ve kendi özelliklerinin, güzelliklerinin farkına varmışsın. Genellikle ayrılıklardan sonra insan kendisine daha çok değer verdiğini fark ederek yaşar. Üzecek insanları fark edip hayatından uzaklaştırır. Her ayrılık bize bir kimlik ve farklılık kazandırır. Yaşlandığımızda yüzümüzde oluşan çizgiler gibi her ayrılığın da bir güzelliği vardır aslında.
3 Mayıs 2013 Cuma
Bekarlık mı Evlilik mi?

Evlenmek için iyi anlaşmanın, aynı dili konuşmanın yanı sıra bir de maddi imkan gerekiyor. Her şey anlaşmakla kalsaydı insanlar boşandıktan sonra nafaka istemezdi. Ev, eşyalar, düğün-balayı masrafları evlenmek isteyenlerin korkulu rüyası belki de ama bunlar da hayatta bir ya da iki kez bir insanın başına geliyor. En güzelini istemek hakkı...
Herkes evlenmek zorunda mı? Hayır. Bazı insanlar yalnız yaşamayı sever, yalnızlığı değil. Bazıları ailesiyle yaşamayı ister, bazıları da sevdiği insanla yaşamak... Bazı insanlar evlenmek için bu dünyaya gelmiş gibidir. Küçük yaştan evlilik, çocuk hayalleri kurarlar. Bazıları ise evliliği anca orta yaşlarında düşünmek isterler. Aynı evde yaşamaktan özgürlüğün kısıtlanacağı korkusu mudur bunun nedeni? Yoksa ailesinden ya da çevresinden gelen 'evlen' baskısından kaynaklanan bir tepki midir? Hepsi de olabilir. Açıkçası küçükken çevremdeki herkes benim ilerideki evliliğimden bahsettiği için belki utancımdan belki de inadımdan 'Evlenmeyeceğim' derdim ve inatla hiç öyle gelinlik hayalleri de kurmadım. Ben mi anormalim bilmiyorum ama doğamda inatlaşma var galiba bunu kabul ediyorum.
Bir insan evlenmek isteyip istemediğine nasıl karar verir acaba? Ev dekorasyon mağazalarını gezerken evet ben de hayal kuruyorum ama ev hayalini yalnız yaşamak için de kurabilirim. Düğünlere gittiğimde kendimi gelinlikle hayal etmiyorum mesela. Hatta düğünlerden nefret ediyorum. Ama evli arkadaşlarımla buluştuğumda özeniyorum içten içe. Çocukları seviyorum ama bu çocuk doğurmak için bahane olamaz, o da büyük sorumluluk gerektiriyor. Ben daha çocuğum!
Ailem nasıl evlenmiş diye düşünsem zaten hayatta karar veremem evlenmek isteyip istemediğime. Bir kere görücü usulü olmuş. Babaannem annemi görüp beğenmiş, dedemle birlikte annemlere 'kız bakmaya' gitmişler ve annemi beğenmişler. Daha sonra gittiklerinde babam da varmış ve kızı isteyip almışlar. Ben hayatta böyle bir şeyi kabul etmezdim ama o zamanlarda 'adet' böyleymiş. Sonra nişanlılık, kına ve evlilik ve ben. Klasik bir evlenme serüveni...
Son olarak da evlenme teklifi senaryolarına değinmek istiyorum. Evet ince düşünülünce gerçekten çok heyecanlı ve eğlenceli geliyor kulağa. Hatta evliliğin kıskandığım tek tarafı da bu bence. Bir kere yaratıcılık var(tabi ki yaratıcı sahneler için geçerli). Ben erkek olsam gerçekten bu konuda çok düşünürdüm eminim. Kızlar kaçırdılar beni. :)
Evlensek de evlenmesek de mutlu olmak tek isteğimiz. Her şey nikah değil ama nikah çoğu şey!
30 Nisan 2013 Salı
Ruh Emiciler, Heyecan Öldürücüler
Başlığımdan Harry Potter ile ilgili bir şeyler anlatacağımı düşünmüş olabilirsiniz. Korkmayın yaşım o kadar küçük değil. :)
Bahsettiğim kişiler gerçek hayattan alıntıdır. Sizin en mutlu anlarınızı karartan, geleceğe dair umutlarınıza çamur atan, :) yerine :] olmasına yol açan insanlara 'ruh emici' diyorum. Ne kadar güzel şeyler yaşasanız da mutlaka olayların karanlık yanını da görüp söyleyen kıyamet alametçileridir kendileri. Sizde de 'Acaba?' sorusunu canlandırırlar. Yaptıkları kötü değil aslında. Belki sizin fazla umutlanıp sonradan daha çok üzülmenizi engellemeye çalışıyorlardır. Belki de sizi kıskandıkları için yapıyorlardır, bilemeyiz.

Bir de özel günleri hatırlamayıp üstüne siz hatırladığınız için suçlu olursunuz. Bin bir çabayla sürpriz hazırlarsınız, süslenirsiniz, hediyeler alırsınız ve sadece 'gel' sözü beklersiniz. Karşıdaki ise unuttuğu yetmezmiş gibi bir de 'Bugün başka bir planım var', 'Bugün çıkmasak mı?' gibi laflar ettiğinde heyecan öldürmeyi bırak sizin onu öldüresiniz gelir ama hiçbir şey söyleyemezsiniz. Sadece ağzınızdan 'peki' çıkar, üstünüzden kıyafetler çıkar ama içinize öyle bir düğüm oturur ki o his size canlar yaktırabilir. Ama tabi ki ruh emicimizin bunlardan hiç haberi olmaz, bilmez hatta düşünüp kafa bile yormaz. Sizi hem hayattan hem de ondan soğutur bu tavırları.
Peki bu insanlar neden böyle? Neden umursamazlar? Daha önce çok mu heyecanları öldürüldü? Yoksa karakterleri mi heyecansız? Bunları anlamak için ne yapmak gerekir? Bunun için ilk defada karar veremeyiz. Belki gerçekten öyle düşünmüştür. Birkaç kere oluyorsa o kişinin karakterinde vardır. Buna ancak siz karar verebilirsiniz.
Ruh emicilere tavsiyem, eğer bizi hayatınızda istiyorsanız biraz daha ilgili ve duyarlı olunuz. Hayal kırıcı değil, destekçimiz olunuz.
19 Nisan 2013 Cuma
Diyet ve Ben

Hayatımda hiçbir zaman 'Biraz yesene, çok zayıfsın' denecek kadar zayıf olamadım ve kilomdan her zaman rahatsızdım. İlkokul ve ortaokulda kilolu olduğum için Beden Eğitimi derslerinde hiçbir hareketi doğru düzgün yapamazdım. Rezil olmamak adına izin alıp bir köşede oturmayı tercih ederdim, gerekirse rapor alırdım. Bazı erkek arkadaşlarım benimle 'Şişko patates, yarım kilo domates!' diye alay ederlerdi. Bu sebeple korse giyerdim daha 12 yaşımdayken. Çünkü çok yemek yiyordum. Örneğin 2 tabak bol yağlı makarna(özellikle anneme belirtirdim) yanında ekmek yiyebilirdim. Pasta, kek en sevdiğim yiyeceklerdendi. Bunlara rağmen ailem yememe karşı çıkmazdı, ne de olsa büyüme çağındaydım. Kendim rahatsız olsam da yemeyi seviyordum.
Liseye başladığım sırada formanın çevremdeki insanlara ne kadar yakıştığını, bende ise çuval giymişim gibi durduğunu farkettiğim zaman diyetle tanıştım. İlk diyetimde sabah 1 salatalık, 1 domates, öğlen 1 yeşil elma, akşam ise 1 şeftali yiyordum. Bunların yanında 3 litre su içiyordum. Bisiklete biniyor, yüzüyor, yürüyüş yapıyordum. 1 haftada 5 kilo vermeyi başarmıştım. O yaz epey zayıflamıştım. Hatta beni görenler 'Diğer yarın nerede?' diye sormaya başlamıştı. Artık her yaz diyet yapıyordum, her kış ise kilo almaya devam ediyordum. Bu nedenle hiçbir zaman zayıf kalamadım. Üniversite sınavına hazırlanırken stresten dolayı tekrardan eski kilolu halime yaklaşmıştım. Sınav sonrası stresimi atmak için yine yazın spora yazılmıştım ama bu ilk spor deneyimim olduğu için ağrıdan başka bir fayda görememiştim. Kilolu da olsam bikini giyiyordum. Beni rahatsız ettiği için kalabalık içinde denize girmiyordum.
Üniversite 1. sınıftan sonra artık kendime çeki-düzen vermeye karar vermiştim. Yazın hem spor hem diyet yaparak 1 bedenden fazla küçülmüştüm ve okula gelince yine spor ve diyetime devam ederek 36 beden halime ulaşmıştım. Bu sanırım hayatımda en zayıf olduğum dönemdi. Ne yazık ki o dönem yalnızca 6 ay sürmüştü. Sporu bırakmakla yaptığım hatadan sonra tekrardan kilo almaya başladığım zaman bir daha o eski halime geri dönemedim ama şimdi tanıştığım insanlar benim bir zamanlar neredeyse obez olduğuma inanmazlar. Neyse ki ara sıra buhranlarımdan sonra yaptığım diyetler sayesinde çok fazla kilo almadım. Bunun sebebi olarak salatayı ana öğün olarak yemem, kepekli besinleri tüketmem, sabahları uyanınca mutlaka kahvaltı yapmam ve tabi ki sporu ihmal etmemem görülebilir.
Eskiden bana 'şişko patates' diye hitap eden arkadaşlarım ise benim bu halime şaşırıyor, eski söylediklerine pişman oluyorlar. Ben hala o eski benim, sadece görüntüm değişti. Bu nedenle diyete devam! :)

Eskiden bana 'şişko patates' diye hitap eden arkadaşlarım ise benim bu halime şaşırıyor, eski söylediklerine pişman oluyorlar. Ben hala o eski benim, sadece görüntüm değişti. Bu nedenle diyete devam! :)
13 Nisan 2013 Cumartesi
Allah'ın sevgili kulu...
Şanslı mı şanssız mı olduğuma karar veremiyorum. 'Allah sevgili kullarına en sevdiği şeyleri kaybettirip buldurur' derler ya bende de o durum çok oluyor nedense.
Üç hafta önceden aldığım uçak biletiyle önce Gazipaşa'ya, oradan da servisle Anamur'a gitmekti amacım. Başıma bunların geleceğini bilmiyordum. İşlerimi halledip işten biraz erken çıktım ve Taksim'deki servise yetişmek için taksiye bindim. Taksici amcaya uçağa yetişmek istediğimi belirttim. Ancak saat 16:30da Şişli Cuma trafiğine yakalandık beraber. Tabi ki 17:00 servisini kaçırdım doğal olarak. 17:30dakine binebildim. Her şey güzel, köprüde trafik yok, lay lay lom giderken bir anda Üsküdar'da takıldık trafiğin babasına. Saatler ilerliyordu. Babam beni almaya Gazipaşa'ya geliyormuş virajlı Anamur yollarından. Onu aradım ve sanırım uçağa yetişemeyeceğimi söyledim. Artık umudu kesmiştim. Yanımda oturan adam da bana İngilizce olarak ne zamana ulaşabileceğimizi sordu. Bu trafikle yarım saatten önce yetişemeyeceğimizi söyleyince adamı korkutmuş oldum tabi biraz ama ne yapayım panik yaptım mı yapıyorum öyle sakin göründüğüme bakmayın. İranlı bir iş adamıymış ama bana neden bizim İngilizce eğitimine kaçıncı sınıfta başladığımızı sordu anlayamadım.

Neyse uçaktan 40 dakika önce havaalanına ulaştım. Keşke internetten check-in yapmanın avantajını biri anlatsaydı bana önceden. Bir baktım insanlar epey bir kuyruk olmuşlar, sıra bekliyorlar. Ben de kolay olsun diye orada gördüğüm otomatik check-in makinelerine başvurdum. Kredi kartımı makineye taktım ama beceremedim ve zaten valizimi teslim etmek için kuyruğa girmem gerektiğini anladım. Kuyruktayken Gazipaşa yolcularının önüne geçebileceğimi söylediler, ben de koşturdum hemen. Valizimi verirken kayıp bir kartla ilgili anons duydum ve çantamı yokladığımda kartımın makinede kalmış olduğu gerçeğiyle yüzleştim ama o anda o makineye gidecek olsam kaybedeceğim zamanı ve uçağa 30 dakika kaldığını da göz önün
e alarak kartı iptal ettirebileceğimi düşünüp danışmaya gittim. Fakat ellerine bir kart ulaşmadığını söylediklerinde yıkıldım. Yapacak bir şey yoktu. Ben de artık son kontroller için kuyruğa girdim yine. Tarayıcıdan geçerken adımın anonsunu duydum. Trajikomik bir haldeydim ama 'Beni anons ediyorlar' dedim güvenlik görevlilerine. Onlar da şaşırdı tabi ki ama saat uçağa 25 dakika vardı. 'Yetişemem gidersem' dedim. Adamlar gidersem yetişebileceğim konusunda ikna ettiler beni. Koştum. Danışmadaki kadın beni görünce tanıdı zaten kartımı verdi hemen. Yine son kontrol cihazı için koştum. İnsanlar o kadar aheste hareket ediyorlardı ki ittirmek zorunda kaldım kusura bakmasınlar. 20 dakika kalmıştı ve son anons yapılıyordu uçağım için. Benimle birlikte koşan takım elbiseli insanlarla çok eğleniyorduk. Derken çantamdan düşen eşyaların sesleriyle uyandım hayal dünyamdan. Tokamı yerde gördüm ama umursamadım. Adamın biri 'Sanırım kredi kartı.' dediğinde durdum, içimden 'Kesin benimdir o zaman.' deyip adama teşekkür ettim. Ben koşuma devam ettim büyük ciddiyetle. Son otobüsü ve önünde açılmış büyük bir kapıyı görünce nasıl mutlu oldum anlatamam. Görevli 'Gazipaşa' der demez 'Benim!' diye bağırdım resmen. Otobüse bindiğimde 10 dakika vardı uçağa ama 5 dakika da diğer yolcuları bekledik. Keşke daha yavaş gelseymişim diye düşündüm.
Uçağa binip Gazipaşa'ya ulaştığımda toprağı öpecektim. Babam da panik olmuş ama belli etmiyordu biliyordum. Biraz benzeriz. Bu kredi kartı ve bu tatil benim hakkım diye düşünüp eve geldiğimde çok güzel uyudum. Allah'ın sevgili kuluyum gerçekten...


Neyse uçaktan 40 dakika önce havaalanına ulaştım. Keşke internetten check-in yapmanın avantajını biri anlatsaydı bana önceden. Bir baktım insanlar epey bir kuyruk olmuşlar, sıra bekliyorlar. Ben de kolay olsun diye orada gördüğüm otomatik check-in makinelerine başvurdum. Kredi kartımı makineye taktım ama beceremedim ve zaten valizimi teslim etmek için kuyruğa girmem gerektiğini anladım. Kuyruktayken Gazipaşa yolcularının önüne geçebileceğimi söylediler, ben de koşturdum hemen. Valizimi verirken kayıp bir kartla ilgili anons duydum ve çantamı yokladığımda kartımın makinede kalmış olduğu gerçeğiyle yüzleştim ama o anda o makineye gidecek olsam kaybedeceğim zamanı ve uçağa 30 dakika kaldığını da göz önün

Uçağa binip Gazipaşa'ya ulaştığımda toprağı öpecektim. Babam da panik olmuş ama belli etmiyordu biliyordum. Biraz benzeriz. Bu kredi kartı ve bu tatil benim hakkım diye düşünüp eve geldiğimde çok güzel uyudum. Allah'ın sevgili kuluyum gerçekten...
12 Nisan 2013 Cuma
İnsanlar Neden Spora Gider?
İnsanların neden spora gittiklerini incelemek istedim bu yazımda. Fakat yanlış anlaşılmasın neden spor yaptıklarını değil, neden spor salonuna gittiklerini.
Kadınlardan başlamak istiyorum çünkü onların sebepleri sınırlıdır. Birincisi kiloludur, para verdiği için kendini spora gitmeye zorlamak için yazılmıştır. İkincisi manken ya da dansçıdır, vücudunu koruması gerektiği için yazılmıştır. Bunlardan hiçbiri değilse kendisine sevgili arıyor olabilir, zaten makyajıyla spor yapmaya çalışıyorsa bunu anlarsınız.
Gelelim erkeklere... Bir erkek spora gidiyorsa mutlaka kadınlar içindir. Öncelikle formda bir vücut için spor salonuna giderler(kadınlar için). Bu formda vücuda kas yapmak için giderler(kadınlar için). Formda olsalar da olmasalar da güzel kızlarla tanışmak için giderler. Eğer sevgilileri varsa ya da evlilerse de yine kadınlar için giderler. Eşleri için olmasa da giderler. Burada bir anımı anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz aylarda gittiğim spor salonundan bir adam benimle tanıştı. Kuaför olduğunu, arkadaşlarıyla yaşadığını söyledi. Her spora gidişimde beni beklerken buluyordum. Spor yaparken de yanından ayrılmıyordu, üstelik sürekli bir yerlere davet ediyordu. Bu durumdan rahatsız olduğum için spora bir süre ara verdim ve o adama da 'Sevgilim izin vermiyor' diye yalan söyledim. 1 ay spora gitmediğim için verdiğim kiloları geri aldım tabi ama spora geri döndüğümde yine onu orada buldum. 'Hayırdır nasıl izin aldın?' diye ağzımı aradığında 'İkna ettim.' diye cevap verdim, o da devam ettiğini düşünüp uzak durdu benden. Adamı terslesem vereceği tepkiden korktuğum için ağır konuşamıyordum. Onu gördüğümde kulaklıklarımı takıp uzaklaşıyordum. Derken bir gün bir kadın ve bir çocukla birlikte spor salonuna geldiğinde evli ve çocuklu olduğunu anladım. Keşke yanına gidip 'N'aber canım?' deseydim dedim kendi kendime ama karısı ve çocuklarına üzüldüm. Daha sonra o da gelmedi spora zaten, ben de kurtuldum. Böyle insanlarla karşılaşınca nasıl güveneceksin erkeklere değil mi?
Peki bir erkek spor salonunda nasıl muhabbet kurup kadınlara yaklaşır? Genelde spor konusunda taktik vermek amacıyla aniden konuya girerler, sanırsınız spor eğitmeni! Bazıları aynı spor aletinde sıra bekliyor gibi yaparak konuşmaya başlarlar. Bazıları ise Foursquare'de eğer orada check-in yaptıysanız hemen arkadaşlık talebi gönderirler.
Erkeklerin spor salonundaki en komik görüntüleri Rus kızlarının salonda spor yapmasıyla ortaya çıkıyor, buna şüphe yok. Öncelikle Rus kızı nerede spor yapıyorsa oralara yaklaşılıyor, İngilizce bilenler birkaç soruyla muhabbete başlıyor, sevgilisi ile birlikte spora gelen erkekler sevgilisi spor yaparken göz ucuyla kızları süzüyor. Sevgilisi ona bir şey anlatırken Rus kızlarına bakan erkek bile gördüm ama sonucunu hiç merak etmiyorum. Tabi salona sevgili bulmak için gelen kızlar da Rus kızlarının gelmesiyle ortamdan uzaklaşıyorlar sessizce.
Anlattığım gibi spor salonu o kadar masum bir olay değil ama etkili tabi ki ne konuda istiyorsanız. Kadınlar genellikle forma girmek için spor salonuna gitseler de erkekler her zaman sosyalleşmek için giderler.
Kadınlardan başlamak istiyorum çünkü onların sebepleri sınırlıdır. Birincisi kiloludur, para verdiği için kendini spora gitmeye zorlamak için yazılmıştır. İkincisi manken ya da dansçıdır, vücudunu koruması gerektiği için yazılmıştır. Bunlardan hiçbiri değilse kendisine sevgili arıyor olabilir, zaten makyajıyla spor yapmaya çalışıyorsa bunu anlarsınız.
Gelelim erkeklere... Bir erkek spora gidiyorsa mutlaka kadınlar içindir. Öncelikle formda bir vücut için spor salonuna giderler(kadınlar için). Bu formda vücuda kas yapmak için giderler(kadınlar için). Formda olsalar da olmasalar da güzel kızlarla tanışmak için giderler. Eğer sevgilileri varsa ya da evlilerse de yine kadınlar için giderler. Eşleri için olmasa da giderler. Burada bir anımı anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz aylarda gittiğim spor salonundan bir adam benimle tanıştı. Kuaför olduğunu, arkadaşlarıyla yaşadığını söyledi. Her spora gidişimde beni beklerken buluyordum. Spor yaparken de yanından ayrılmıyordu, üstelik sürekli bir yerlere davet ediyordu. Bu durumdan rahatsız olduğum için spora bir süre ara verdim ve o adama da 'Sevgilim izin vermiyor' diye yalan söyledim. 1 ay spora gitmediğim için verdiğim kiloları geri aldım tabi ama spora geri döndüğümde yine onu orada buldum. 'Hayırdır nasıl izin aldın?' diye ağzımı aradığında 'İkna ettim.' diye cevap verdim, o da devam ettiğini düşünüp uzak durdu benden. Adamı terslesem vereceği tepkiden korktuğum için ağır konuşamıyordum. Onu gördüğümde kulaklıklarımı takıp uzaklaşıyordum. Derken bir gün bir kadın ve bir çocukla birlikte spor salonuna geldiğinde evli ve çocuklu olduğunu anladım. Keşke yanına gidip 'N'aber canım?' deseydim dedim kendi kendime ama karısı ve çocuklarına üzüldüm. Daha sonra o da gelmedi spora zaten, ben de kurtuldum. Böyle insanlarla karşılaşınca nasıl güveneceksin erkeklere değil mi?

Erkeklerin spor salonundaki en komik görüntüleri Rus kızlarının salonda spor yapmasıyla ortaya çıkıyor, buna şüphe yok. Öncelikle Rus kızı nerede spor yapıyorsa oralara yaklaşılıyor, İngilizce bilenler birkaç soruyla muhabbete başlıyor, sevgilisi ile birlikte spora gelen erkekler sevgilisi spor yaparken göz ucuyla kızları süzüyor. Sevgilisi ona bir şey anlatırken Rus kızlarına bakan erkek bile gördüm ama sonucunu hiç merak etmiyorum. Tabi salona sevgili bulmak için gelen kızlar da Rus kızlarının gelmesiyle ortamdan uzaklaşıyorlar sessizce.
Anlattığım gibi spor salonu o kadar masum bir olay değil ama etkili tabi ki ne konuda istiyorsanız. Kadınlar genellikle forma girmek için spor salonuna gitseler de erkekler her zaman sosyalleşmek için giderler.
10 Nisan 2013 Çarşamba
Baskı ve Özgürlük Kavgası

Günümüzde gençler daha özgür. Oysa atalarımız zamanında 'büyük' faktörü her zaman daha önemli olmuştur. Hatta büyüklerin her istediğini yapmak bir zorunluluk kabul edilmiştir. Büyükler sofraya oturup tatmadan yemeğe başlamamak, büyükler oturmadan koltuğa oturmamak, büyükler onay vermeden evlenmemek vs. Bunlara karşı gelindiğinde ise çeşitli cezalara maruz kalınmıştır. Şimdi bunlardan bahsedilmiyor bile... Aç olan yemeğini yiyor, oturmayı bırak ayaklarını dikip uzanıyorlar bile. Evlenmek isteyen yine izin alıyor belki ama evliliğine karşı gelindiğini neredeyse hiç duymadım. Daha özgürüz buna şüphe yok. Sadece gelecek nesillerin bizden daha özgür olabileceği düşüncesi aklıma takılmıyor değil. Nereye gidiyoruz bilemiyorum?
Çoğumuz özgürlük düşüncelerini içinde saklasa da uygulamaya geçiren ve yadırgananlar da günden güne artıyor. Özellikle büyük şehirlerde ve ailesinden uzakta yaşayanlarda bu uygulama kısmı daha çok görülmekte. Daha mı mutlular? Belki evet ama yanlış yapmaktan da korkarak pişmanlık da duyabilmekteler. Özgürlüklerini yaşasalar da içlerinde bir tutsaklık hissederler. Onay almamaktan duyulan korkudur belki de... Üniversitede okuduğum zamanlarda memleketime tatile gitmek için otobüse binmiştim. Yanıma bakımlı, hoş bir kız oturmuştu. Yol boyunca biraz sohbet etmiştik. Eve ulaşmamıza birkaç saat kala, son moladan sonra yanımda baş örtülü bir kadını görünce şaşırmıştım. Meğer sadece ailesinin yanında örtünüyormuş o kız. Bu tip ikili hayat yaşayan insanların çok olduğunu biliyorum. Yine evine içki girmeyen bir ailede yaşamış ama üniversite yaşamında aileden uzaklaşınca içkiye başlamış o kadar fazla insan var ki artık şaşırmıyorum diyebilirim.
Büyüme çağımdayken çevreme baktığımda sigaraya başlamış, hatta sigara içtiğinden ailesinin haberi olup da yine de saygı nedeniyle ailesinin gözünün önünde içmeyen insanlar çoğunluktayken, şimdi sigara içtiğini biliyor diye neredeyse 'Baba, yak bir sigara sen de.' deyip karşılıklı sigara içen aileler de var.
Hangi insanlar özgür geliyor kulağa? Aklındakileri gizli gizli yapanlar mı, herkesin gözü önünde yapanlar mı? Bence her şeyden haberdar olmak isteyen ailelerin gizliliği ortadan kaldırmak için her şeye izin vermesi yeni nesile o özgürlüğü veriyor. Yeni ve eski arasında kalan nesil ise sadece etrafı algılamaya çalışıyor.
7 Nisan 2013 Pazar
Niçin Eğitim?
Çocukluğunda 'Büyüyünce ne olacaksın?' sorusunu duymayan kalmamıştır diye düşünüyorum. Çok saçma bir soru... Hangimiz istediğimizi olabiliyoruz ki? Hangimiz gerçekten istediğimiz şeyi o yaşta bilebiliyoruz? Gerçi isteklerimiz sürekli değiştiği için ne istediğimizi tam olarak da hiçbir zaman bilemiyoruz ama yine de bildiğimiz yönde çaba gösteriyoruz.
Ne yazık ki Türkiye'de istediğini bilmek de almak da çok zor. İlkokuldan ezberlemeye başlıyoruz ve bu ezber eğitim hayatımızın sonuna kadar devam ediyor. Sınavda ezberlediklerinizi soruyorlar, cevaplıyorsunuz belki kazanıyorsunuz o sınavı, belki kazanamıyorsunuz. Sonuçta ezberlediğiniz kadar bir geleceğe adım atıyorsunuz. Neden ezber diyorum? Yaşayarak öğrenmediğimiz için. Coğrafyayı gezerek mi öğrendik? Kimyayı deney yaparak mı? Peki bunları öğrendik de şimdi hayatımızda kullanıyor muyuz? Evet, bilgi yarışmalarında...
Eğitim ve sınav çok önemli diyoruz. Peki yeterli eğitimleri aldığımızı düşünüyor muyuz? Ya sınavlar doğru bir kriter mi? Şöyle anlatayım: Çocukken ebe olmak istiyordum. Biraz büyüyünce bir arkadaşımdan duyup eczacı olmak istedim. Oysa kan görsem damarlarımda bir acı hissederim. Sonra mimar olmaya karar verdim. Üniversitede okurken teknik resim dersiyle tanışınca 'İyi ki olmamışım' dedim. Üniversite sınavı sonucumu değerlendirirken ,küçükken 'Mühendis olmayacağım' dememe rağmen, danışman hocalarım ve ailem sayesinde tercihlerime mühendislik yazdım. 12. tercihim tekstil mühendisliğini kazandım. Ne yazık ki aslında ne olmak istediğime üniversitenin son sınıfında aldığım seçmeli ders 'Pazarlama' ile karar verdim. Geç mi olmuş? Evet... Ben lisede pazarlamanın ne olduğunu öğrenseydim, öncelikle eşit ağırlık bölümünü seçecektim. Daha sonra işletme seçip pazarlama dalında kendimi geliştirecektim. Peki şimdi geç mi kaldım? Belki hayır ama lise 1e geri dönersek şu anda eksi sekiz yıldayım. Bu açığımı yurt dışında kendimi geliştirerek kapatacağım, çünkü yabancı dilim de bu zamanda zedelendi. İşe alınırken de 'Neden pazarlama istiyorsun?' sorularına cevap veremedim. Seviyorum desem 'Hiç pazarlama yaptın mı?' diye soruyorlar. O yüzden iş hayatımda da pazarlama konusunda çalışmıyorum.
Eğitime önem veriyoruz ama insanların ne olmak istedikleri doğuştan bilinmiyor, öncelikle neyin eğitimini almak istediklerine yaşatarak karar verilirse herkes işini severek yapacaktır. Bu da ülkemizin geleceğini sağlamlaştıracaktır. Benden bu kadar...

Eğitim ve sınav çok önemli diyoruz. Peki yeterli eğitimleri aldığımızı düşünüyor muyuz? Ya sınavlar doğru bir kriter mi? Şöyle anlatayım: Çocukken ebe olmak istiyordum. Biraz büyüyünce bir arkadaşımdan duyup eczacı olmak istedim. Oysa kan görsem damarlarımda bir acı hissederim. Sonra mimar olmaya karar verdim. Üniversitede okurken teknik resim dersiyle tanışınca 'İyi ki olmamışım' dedim. Üniversite sınavı sonucumu değerlendirirken ,küçükken 'Mühendis olmayacağım' dememe rağmen, danışman hocalarım ve ailem sayesinde tercihlerime mühendislik yazdım. 12. tercihim tekstil mühendisliğini kazandım. Ne yazık ki aslında ne olmak istediğime üniversitenin son sınıfında aldığım seçmeli ders 'Pazarlama' ile karar verdim. Geç mi olmuş? Evet... Ben lisede pazarlamanın ne olduğunu öğrenseydim, öncelikle eşit ağırlık bölümünü seçecektim. Daha sonra işletme seçip pazarlama dalında kendimi geliştirecektim. Peki şimdi geç mi kaldım? Belki hayır ama lise 1e geri dönersek şu anda eksi sekiz yıldayım. Bu açığımı yurt dışında kendimi geliştirerek kapatacağım, çünkü yabancı dilim de bu zamanda zedelendi. İşe alınırken de 'Neden pazarlama istiyorsun?' sorularına cevap veremedim. Seviyorum desem 'Hiç pazarlama yaptın mı?' diye soruyorlar. O yüzden iş hayatımda da pazarlama konusunda çalışmıyorum.
Eğitime önem veriyoruz ama insanların ne olmak istedikleri doğuştan bilinmiyor, öncelikle neyin eğitimini almak istediklerine yaşatarak karar verilirse herkes işini severek yapacaktır. Bu da ülkemizin geleceğini sağlamlaştıracaktır. Benden bu kadar...
3 Nisan 2013 Çarşamba
Kadınlar Neden Aramaz?
Bir kadınla flört ediyorsunuz diyelim ya da siz öyle düşünüyorsunuz. Eğer sizi aramıyorsa mutlaka belirli birkaç nedeni vardır.
Birincisi onu kızdırmışsınızdır. Bir şey için söz vermiş olabilirsiniz. Kadınların en büyük özelliği hafızalarıdır bunu sakın unutmayın. O sözü mutlaka hatırlarlar. Siz unutursanız onu önemsemediğinizi düşünürler ki bu yüzden arayarak sizi rahatsız etmek istemezler(!).
Bir diğer sebep olarak onları sadece boş zamanlarında aradığınızı fark ederlerse aramayı keserler. Kadınlar geçici değil, kalıcı olmak isterler. Bu yüzden güven duyguları zor gelişir, özellikle de geçmişte bu duygu yeterince zedelendiyse... Bir kadını boş zaman etkinliği, ki biz ona hobi diyoruz, olarak görüp sadece işiniz olmadığında ya da yalnız kaldığınızda ararsanız o da aynı şekilde yapmaya çalışır. Hatta o boş zamanlarını tamamen doldurmak için ekstradan etkinlikler yaratır.
Üçüncü olarak en basit nedeni söyleyebilirim. Hoşlanmıyordur. Erkekler bu düşünceyi kabul edemedikleri için bu sırada söyledim. Çünkü bir kadının ondan hoşlanmaması olanaksız bir şey gibi düşünürler. Örneğin siz onu aradınız, açmadı. Yüzde doksan görmediğini düşünürsünüz. İkinci kez aradığınızda yine açmıyorsa meşgul olduğunu, üçüncüde başına bir şey geldiğini... Belki onuncuda sizden hoşlanmadığı aklınıza gelir. Üzgünüm hayatta böyle bir gerçek de var. Bir kadın sizden gerçekten hoşlanıyorsa mutlaka bir gözü telefondadır. Açmazsa sadece birincidedir, o da gerçekten meşgul ise.
Bir diğer sebep olarak o aradığında onu meşgule almış olabilirsiniz. Tamam, diyelim meşgule de almadınız ama meşgul davranmış olabilirsiniz. İlgisinden sıkıldığınızı gösterdiyseniz aramazlar. Biz kadınlar sürprizleri ve hediyeleri seven canlılarız. Hatta bunu sevgi göstergesi olarak bile algılayabiliriz. Özel bir gün unutulduğunda ya da gerektiği gibi kutlanmadığında da tavır göstergesi olarak aramayabiliriz.
En kötü aramama sebebi olarak da bir başkasıyla görüşüyor olmamız gösterilebilir. Gerekli ilgiyi bir başkasında bulduysak ve bizim zamanımızı dolduruyorsa niye ilgisiz birini aramakla uğraşalım değil mi? Kusura bakmayın ama ilgilenseydiniz. Sonuçta kadınların ilacı ilgi ve sevgidir, onları elde tutmak da erkeklerin elindedir.
Birincisi onu kızdırmışsınızdır. Bir şey için söz vermiş olabilirsiniz. Kadınların en büyük özelliği hafızalarıdır bunu sakın unutmayın. O sözü mutlaka hatırlarlar. Siz unutursanız onu önemsemediğinizi düşünürler ki bu yüzden arayarak sizi rahatsız etmek istemezler(!).
Bir diğer sebep olarak onları sadece boş zamanlarında aradığınızı fark ederlerse aramayı keserler. Kadınlar geçici değil, kalıcı olmak isterler. Bu yüzden güven duyguları zor gelişir, özellikle de geçmişte bu duygu yeterince zedelendiyse... Bir kadını boş zaman etkinliği, ki biz ona hobi diyoruz, olarak görüp sadece işiniz olmadığında ya da yalnız kaldığınızda ararsanız o da aynı şekilde yapmaya çalışır. Hatta o boş zamanlarını tamamen doldurmak için ekstradan etkinlikler yaratır.
Üçüncü olarak en basit nedeni söyleyebilirim. Hoşlanmıyordur. Erkekler bu düşünceyi kabul edemedikleri için bu sırada söyledim. Çünkü bir kadının ondan hoşlanmaması olanaksız bir şey gibi düşünürler. Örneğin siz onu aradınız, açmadı. Yüzde doksan görmediğini düşünürsünüz. İkinci kez aradığınızda yine açmıyorsa meşgul olduğunu, üçüncüde başına bir şey geldiğini... Belki onuncuda sizden hoşlanmadığı aklınıza gelir. Üzgünüm hayatta böyle bir gerçek de var. Bir kadın sizden gerçekten hoşlanıyorsa mutlaka bir gözü telefondadır. Açmazsa sadece birincidedir, o da gerçekten meşgul ise.
Bir diğer sebep olarak o aradığında onu meşgule almış olabilirsiniz. Tamam, diyelim meşgule de almadınız ama meşgul davranmış olabilirsiniz. İlgisinden sıkıldığınızı gösterdiyseniz aramazlar. Biz kadınlar sürprizleri ve hediyeleri seven canlılarız. Hatta bunu sevgi göstergesi olarak bile algılayabiliriz. Özel bir gün unutulduğunda ya da gerektiği gibi kutlanmadığında da tavır göstergesi olarak aramayabiliriz.
En kötü aramama sebebi olarak da bir başkasıyla görüşüyor olmamız gösterilebilir. Gerekli ilgiyi bir başkasında bulduysak ve bizim zamanımızı dolduruyorsa niye ilgisiz birini aramakla uğraşalım değil mi? Kusura bakmayın ama ilgilenseydiniz. Sonuçta kadınların ilacı ilgi ve sevgidir, onları elde tutmak da erkeklerin elindedir.
1 Nisan 2013 Pazartesi
Güzel Pazar Çilesi
Güzel bir haftaya merhaba,
Bu hafta sonunu İstanbul'da geçirdiyseniz bol bol D vitamini almışsınızdır diye düşünüyorum. Hava o kadar güneşli ve sıcaktı ki yazlıklarıyla dolaşan bir sürü insan gördüm. Hatta termometrede 34 dereceyi bile okudum, inanamadım.
Sıcak bir gün için otobüse binmek gerçekten eziyet İstanbul'da. Özellikle de deniz kıyısına gidiyorsanız... Herkes mi Bebek'e, Ortaköy'e gitti bu Pazar? Zaten normalde de sıkışık olan otobüslere 34 derece görünen havada binilince hissedilen 45 derece oluyor. Metrobüs ve metro sıkışıklığından daha kötü bir şey varsa o da otobüste sıkışmak ve trafikte saatlerce beklemektir. Orta kapıyı açan otobüs şoförü amcalar sağ olsunlar, her milim boşluğu itinayla doldurarak insanlara ulaşım hizmeti sağladılar.
Ortaköy iğne atsan yere düşmeyecek bir haldeyken biz kalkıp Bebek'e gitmeye karar verdik. 15 dakika otobüs bekledik, 15 dakika da herhangi bir vasıta bekledik ancak gelen giden olmadı. Son çaremiz iphonedaki 'Bi Taksi' diye bir uygulama oldu. Neredeysen senin yerini bulup oraya en yakın taksiyi gönderiyorlarmış. Denemek bedava dedim bilgilerimi girip üye oldum ve taksi ara tuşuna bastım. 1 dakika içinde 'Taksiniz yolda.' yazısını gördüm. Tam şaşırıyordum ki bir numara aradı. 'Nereye gideceksiniz hanımefendi?' diye soran taksiciden öğrendim ki yollar sıkışıkmış ve hiçbir vasıta Bebek'e gidemiyormuş. Olsun sonuçta teknolojinin canına kurban, yolun kapalı olduğunu bilmesek beklerdik orada ağaç gibi.
Boynumuzu büküp tabana kuvvet diyerek yollara düştük. Neyse ki iki durak gittikten sonra bir otobüs bize ulaşabildi. Yine sıcak, yine kalabalık, yine havasız ve bol trafikli bir bekleyişten sonra birkaç durak kala dayanamadık attık kendimizi sahil yoluna. Yürü yürü en sonunda ulaştık hedefe. Nereye girsek tıka basa dolu olduğu için bir kahve dükkanına girip oturduk. Kardeşimi gezdirmek için çektiğimiz çilelerden sonra kardeşim o kadar rahat ki taktı kulaklıklarını beni falan unuttu. 'Sıkıldım, of pof, hiç moral toplayamadım' gibi sözlerle beni zaten çileden çıkaran kardeşimin o kadar ayak ağrısı çekerek yürüdüğümüz yollardan sonra beni unutarak müzik dinlemesi gerçekten yıldırıcıydı. O yaşlarda bir ergeni nasıl eğlendirebilirim ki? Manzaraya götürsem 'Manzarayı ne yapacağım?', müzikli eğlenceye götürsem 'Müzikler çok kötü!', alışveriş merkezine götürsem 'Alışveriş yapmak istemiyorum.', yemeğe götürsem 'Midem rahatsız, yemek istemiyorum.'. Sonunda onu leyleklerin getirdiğine karar verdim. O kardeş benim olamaz herhalde.
Tabi ki tüm gün böyle sürmedi. Akşam yine otobüse bindik Zekeriyaköy için. Bebek'ten 30 dakikada çıkabildikten sonra gideceğimiz yere ulaşmamız 15 dakika sürdü ve amcamla buluşabildik en sonunda. Artık güzel bir yemek ve içki ziyafeti bizi bekliyordu ve güzel muhabbetle günü noktaladık. Tabi ki ulaşımın doruklarında yaşadığımız günden sonra ayakları dikip yatması da ayrı bir keyifliydi. Deliksiz bir uykuyla güne başladım.
Haftanız güzel geçsin. Görüşmek üzere.
Bu hafta sonunu İstanbul'da geçirdiyseniz bol bol D vitamini almışsınızdır diye düşünüyorum. Hava o kadar güneşli ve sıcaktı ki yazlıklarıyla dolaşan bir sürü insan gördüm. Hatta termometrede 34 dereceyi bile okudum, inanamadım.

Ortaköy iğne atsan yere düşmeyecek bir haldeyken biz kalkıp Bebek'e gitmeye karar verdik. 15 dakika otobüs bekledik, 15 dakika da herhangi bir vasıta bekledik ancak gelen giden olmadı. Son çaremiz iphonedaki 'Bi Taksi' diye bir uygulama oldu. Neredeysen senin yerini bulup oraya en yakın taksiyi gönderiyorlarmış. Denemek bedava dedim bilgilerimi girip üye oldum ve taksi ara tuşuna bastım. 1 dakika içinde 'Taksiniz yolda.' yazısını gördüm. Tam şaşırıyordum ki bir numara aradı. 'Nereye gideceksiniz hanımefendi?' diye soran taksiciden öğrendim ki yollar sıkışıkmış ve hiçbir vasıta Bebek'e gidemiyormuş. Olsun sonuçta teknolojinin canına kurban, yolun kapalı olduğunu bilmesek beklerdik orada ağaç gibi.

Boynumuzu büküp tabana kuvvet diyerek yollara düştük. Neyse ki iki durak gittikten sonra bir otobüs bize ulaşabildi. Yine sıcak, yine kalabalık, yine havasız ve bol trafikli bir bekleyişten sonra birkaç durak kala dayanamadık attık kendimizi sahil yoluna. Yürü yürü en sonunda ulaştık hedefe. Nereye girsek tıka basa dolu olduğu için bir kahve dükkanına girip oturduk. Kardeşimi gezdirmek için çektiğimiz çilelerden sonra kardeşim o kadar rahat ki taktı kulaklıklarını beni falan unuttu. 'Sıkıldım, of pof, hiç moral toplayamadım' gibi sözlerle beni zaten çileden çıkaran kardeşimin o kadar ayak ağrısı çekerek yürüdüğümüz yollardan sonra beni unutarak müzik dinlemesi gerçekten yıldırıcıydı. O yaşlarda bir ergeni nasıl eğlendirebilirim ki? Manzaraya götürsem 'Manzarayı ne yapacağım?', müzikli eğlenceye götürsem 'Müzikler çok kötü!', alışveriş merkezine götürsem 'Alışveriş yapmak istemiyorum.', yemeğe götürsem 'Midem rahatsız, yemek istemiyorum.'. Sonunda onu leyleklerin getirdiğine karar verdim. O kardeş benim olamaz herhalde.
Tabi ki tüm gün böyle sürmedi. Akşam yine otobüse bindik Zekeriyaköy için. Bebek'ten 30 dakikada çıkabildikten sonra gideceğimiz yere ulaşmamız 15 dakika sürdü ve amcamla buluşabildik en sonunda. Artık güzel bir yemek ve içki ziyafeti bizi bekliyordu ve güzel muhabbetle günü noktaladık. Tabi ki ulaşımın doruklarında yaşadığımız günden sonra ayakları dikip yatması da ayrı bir keyifliydi. Deliksiz bir uykuyla güne başladım.
Haftanız güzel geçsin. Görüşmek üzere.
29 Mart 2013 Cuma
Hafta Sonunun Başı...
Bugün Cuma ve ben tatili çok özledim...Güneş kendini göstermeye başladı İstanbul'da. Şuan herkesin aklından geçen: 'Ne olur tüm hafta sonu da hava böyle güzel olsun? '
En sevdiğim gün Cuma. Umut taşıdığı için ya da başlangıçlardan hoşlandığım için olabilir bu sevgim. 'Kocaman bir hafta sonu geliyor!' demek ya da 'Bol bol uyku,bol bol eğlence geliyor!' demek olduğu için olabilir. İçimi bir huzur kaplıyor bunlardan bahsedince.
Tabi ki Cumartesi çalışanların Cuma'dan herhangi bir umut beklemesi çok saçma gelebilir. Ben de çalışmıyorum ama aslında mesaim vardı. Kardeşceğizimin taa uzak diyarlardan, memleketimden yanıma gelecek olması beni bu muhteşem son dakika mesaisinden alıkoyacak. Ne kadar da üzgünüm. :)

Ne olur tüm hafta sonu da hava böyle güzel olsun? Mutlu hafta sonları şimdiden. :)
27 Mart 2013 Çarşamba
Sosyal Medya ve İlişkiler




Eğer sevgiliniz varsa bunlardan da uzak duruyorsanız ilişkiniz güvende görünüyor. Onu kapat bunu kapat baskılarını yapmayan birini bulursanız onunla evlenin. Bu baskıları yapan bulursanız da evlenebilirsiniz en azından seviyor ki kıskanıyor dersiniz. Asıl tehlikeli olan kapatmamakta direnen ve sizinkine de karışmayanlar. Mutluluklar! :)
26 Mart 2013 Salı
Yengeçleri Anlama Yolları
Bir Yengeç burcu olarak kendimi bile anlamakta zorluk çekerken diğer burçların anlamasını beklemek biraz saçma olabilir. Tamam duygusalız, anacız, değişkeniz ama asıl önemli olan alıngan olmamız. En sinir olduğum özelliğim alıngan olmam diyebilirim. Sağda solda insanlar bana bakıp ağızlarını kapatarak konuşuyorlarsa niye üzerime alınıyorum? Biri beni aramayı unutsa gözümden düşer. Çünkü kasıtlı yaptığını düşünüp ben de onu aramam. Yengeçlerle iyi anlaşabilen insanlar için gerçekten herkesle iyi anlaşır diye bir sertifika verilmesi önerilebilir bana göre.
Yengeçler duygusal diye içine kapanık, ezik, korkak gibi asla algılanmamalı. Yengeçler içe kapanık olamaz ki... Sadece içlerinde çok düşünürler ve bir anda uygulamaya geçerler. Ben bunu yapıyorum dedikten sonra düşünüp beklemezler. Yalnız olmayı severler ama sevdikleriyle vakit harcamak için zamanlarından taviz verirler. Fedakardırlar ama sadece sevdiklerine. Birisinden kötü elektrik alsalar uzak durmaya çalışırlar hatta o insanın hayatlarına dahil olabilmesi için çok uzun süre uğraşması gerekir.
En çekici burçlardandır. Cazibesinden etkilenmemek zordur. Türkan Şoray'ın da bir Yengeç olduğunu hatırlatırım. Yürüyüşleri herkesten farklıdır. Edası ve cilvesi tartışılamaz. Ancak 'hayır' demekte zorlandığı için flörtlere açık olarak anlaşılabilir. Yanlış anlamamak gerekiyor.
Yengeçler yaratıcıdırlar. Çok düşündükleri gibi yazmayı da severler. Yazışarak anlaşmayı konuşarak anlaşmaya tercih ederler. Bu yüzden içe dönük olarak algılanabilirler. Oysa ki duygularını paylaşmalarının en kalıcı yolu olarak yazmayı tercih etmişlerdir. Yüzlerce şarkısı olan Sezen Aksu da bir Yengeçtir.
Yengeçler iyi bir annedir. Ben anne değilim, bilemem tabi ki. Köpeğime olan annelik duygularımdan bahsedebilirim sadece. O daha 1 aylıkken bana geldiğinde kucağımda ninni söyleyip uyuturdum ve kulübesine yatırırdım her gece. Okuldayken ya da dışarıdayken bile eve gitmek için, onunla oynamak için sabırsızlanırdım. Beni özlediğini, acıktığını ya da o anda kötü bir durumda olabileceğini düşünerek olabildiğince onun yanında olmaya çalışırdım. Söylesenize onu doğurmaktan başka neyim eksik kalmış ki?
Yengeçlerin altıncı hisleri de çok kuvvetlidir. İçleri sıkılsa yüzde doksan canlarını yakacak bir olayla karşılacaklardır. Kasım ayında bir gün içime bir sıkıntı girmişti. Hatta birkaç gün devam etti bu durum. Sürekli değildi belki ama içimdeki huzursuzluğu işime bağlıyordum. Derken bir sabah uyandığım saatte babamın beni aramasıyla nedenin dedemin vefatı olduğunu anlamam geç olmadı. Bu tip şeyleri hissetmek güzel olmuyor bence...
Sonuç olarak bir Yengecin en önemsediği olgunun GÜVEN olduğunu bilmenizde bir sakınca görmüyorum. Yengeçleri kazanmanın ilk yolu onun güvenini sağlamak ve bu yukarıda anlattığım özellikleri bilerek ve anlayarak yaklaşmak olacaktır. Bol şans! :)
25 Mart 2013 Pazartesi
Mutluluğun Sırrı
Pazartesi'ye kocaman bir merhaba...
Diyeceksiniz biliyorum Pazartesi günü mutluluğun sırrını mı açıklıyorsun? Ne mutluluğu bu günde?
Mutluluğun sırrını yakaladım demek için önce mutlu olmayı başarmış olmak gerekiyor ya da bu sırrı verebilmek için dünyanın en mutlu insanı olmak gerekiyor diyorsunuz. Çok mutlu biri değilim, bunu söyleyebilirim. Sadece bazen doğru olanın farkında olsak da, elimizde olmadan da hata yaparız. Hangimiz duygularıyla baş edebiliyor ki? Duygularını yenen bir insan en mutludur belki de...
Bugün burada bahsetmek istediğim aşık olun mutlu olun değil. Aşk mutluluk değil, hüzün ve endişe getirir zaten. Sevgi mutluluk getirir. Ben yine bunlardan bahsetmeyeceğim. Mutlu olmak için unutmak gerekir. Hafızanızı aldırırsanız ya da hayatı önemsemezseniz mutlu olursunuz.
Diyelim ki bir arkadaşınızı çok seviyorsunuz. O size çok ağır bir söz söyledi. Bunu kolay unutamazsınız. Değerleriniz yanılır, sizi huzursuz eder. Sevgi mutlu etmiyormuş görürsünüz. Oysa o anda unutabilirseniz eski mutlu insan olursunuz.
Hepimiz mutlu olmayı hak ediyoruz. Bazen mutlu değilsek sanki kimse mutlu olmamalıymış gibi bencilce davranabiliyoruz. Yardım etmeye çalışanlara kızabiliyoruz ya da ters davranarak onları üzebiliyoruz. Çoğu zaman kendimizi karşıdakinin yerine koymuyoruz. Burada sadece kendi mutluluğumuzu düşünüyoruz. Duygusal insanlar karşıdakini de üzdüklerini görüp bir daha üzülürler bunu biliyorum. Sadece hayatı bir oyunmuş gibi algılasak daha mutlu olabiliriz.
Sonuç olarak mutluluk beynimizde, kalbimizdeki sadece mutluluğun gölgesi...
Diyeceksiniz biliyorum Pazartesi günü mutluluğun sırrını mı açıklıyorsun? Ne mutluluğu bu günde?
Mutluluğun sırrını yakaladım demek için önce mutlu olmayı başarmış olmak gerekiyor ya da bu sırrı verebilmek için dünyanın en mutlu insanı olmak gerekiyor diyorsunuz. Çok mutlu biri değilim, bunu söyleyebilirim. Sadece bazen doğru olanın farkında olsak da, elimizde olmadan da hata yaparız. Hangimiz duygularıyla baş edebiliyor ki? Duygularını yenen bir insan en mutludur belki de...

Diyelim ki bir arkadaşınızı çok seviyorsunuz. O size çok ağır bir söz söyledi. Bunu kolay unutamazsınız. Değerleriniz yanılır, sizi huzursuz eder. Sevgi mutlu etmiyormuş görürsünüz. Oysa o anda unutabilirseniz eski mutlu insan olursunuz.
Hepimiz mutlu olmayı hak ediyoruz. Bazen mutlu değilsek sanki kimse mutlu olmamalıymış gibi bencilce davranabiliyoruz. Yardım etmeye çalışanlara kızabiliyoruz ya da ters davranarak onları üzebiliyoruz. Çoğu zaman kendimizi karşıdakinin yerine koymuyoruz. Burada sadece kendi mutluluğumuzu düşünüyoruz. Duygusal insanlar karşıdakini de üzdüklerini görüp bir daha üzülürler bunu biliyorum. Sadece hayatı bir oyunmuş gibi algılasak daha mutlu olabiliriz.
Sonuç olarak mutluluk beynimizde, kalbimizdeki sadece mutluluğun gölgesi...
24 Mart 2013 Pazar
Acımasız İş Hayatı...

Ülke içinde gelişmek isteyen gençlere fırsat verilmiyor, gidip yurtdışında master yapmış, Erasmus'a gitmiş yani yurtdışı tozu dumanı yutmuş adamlar deneyimsiz de olsa işe alınıyor. Nerede adalet sorarım? Paran varsa, torpilin varsa iyi bir işe girebilirsin. Paran yoksa amele olarak başlamalısın işe, deneyimi önce öyle kazan, sonra para kazan mantığı... Bunun önüne nasıl geçilecek merak ediyorum.
Şu anda üniversitede iş hayatı için hazırlanan gençlere de üzülüyorum ne yalan söyleyeyim. Acımasız iş hayatı diye bir gerçek var ve buna hazır olmak kolay değil ülkemizde.
Bir Sınav ve Gelecek Pazarı
Bir Pazar günü daha geldi çattı. Oldum olası sevemedim bu günü. Karanlık, kasvetli, yalnız bir gün gibi görünür hep gözüme. Çocukluğumda balık( o zamanlar kılçığından dolayı nefret ederdim) ve banyo günü olduğu için, öğrenciliğimde ve iş hayatımda da Pazartesi'ye az kaldığı için pek hoşlanamadım. Bugün bir de üniversite sınavı vardı. Kardeşim de dahil olmak üzere çoğu genç bu sınava girdi. Aklıma eski günler geldi. Bu sınav o kadar eğlenceli ki(!) iki kez girdim. Hatta ikincisinde tam bir öss mağduru olmuştum. Yerel gazetelerde bile damgam çıkmıştı. Çok ciddiyim. Sınava girdiğim sınıfta kitapçıklar harflere göre değil de sıraya göre dağıtılınca ve sınav başladıktan 10 dakika sonra bu durum farkedilince, üstüne 'hadi kitapçıkları değiştiriyoruz gençler' mevzusu olunca gel de mağdur olma! Üstelik işaretlediğin onca cevabı silip yeni aldığın cevap anahtarına işaretlemek mi dersin yoksa 'eyvah süre yetişmeyecek' ya da 'kesin kaldım bu sınavdan da ' düşünceleri mi ona sen karar ver! Tabi ki sürem yetişmemişti ama o sınıftan tek şikayet eden ben olunca pek inandırıcı olamadım galiba. Kaderime attım ben de suçu çoğu insan gibi. Umarım artık böyle şeyler yaşanmıyordur. Ne de olsa adı gibi tarzı da değişiyor üniversite sınavının. Ygs daha düzenli yapılmıştır umarım. Sınava girenlere geçmiş olsun, kalan Pazar'lar onların olsun!
23 Mart 2013 Cumartesi
Sevgililik mi yalnızlık mı?
Merhaba,
Bu benim ilk blogum. Bu yüzden heyecanlıyım belki ya da sadece bu günden gelen bir heyecan ve kursağımda kalmış bir heyecan da olabilir. Neyse asıl konumuz da zaten bu.
Sevgili olmak evet heyecanlı bir olaydır. Hele de böyle en başlarda aradı mı, arayacak mı, beni özlüyor mu, benimle oynuyor mu, acaba şu an o da beni merak ediyor mu, ay sıradaki şarkı ondan bana gelsin de benim hakkımda ne düşünüyor öğreniyim, ay şu ay bu derken bir heyecan olur yani değil mi? Yalnız olmadığımı biliyorum bu konuda.
Ama gel gelelim ki yalnızım şu an! Sevgililiğiniz tam rayına oturmadıkça yalnız kalırsınız bunu söyleyebilirim size. Cumartesi akşamında, sevgiliniz potansiyel olarak varken ama fiziksel olarak farklı alemlerdeyken siz yalnızsınızdır. O küçümsediğiniz sevgilisiz kesimden pek bir farkınız da yoktur zaten. Bekleyin siz daha telefon başında. Arar arar tabi! Çok mu yüz verdiniz ne? Ya da çok mu ilgisiz kaldınız da aramıyor, yoksa küstü mü? Dur ben bir mesaj atayım falan derken attınız mesajı. Cevap da yok. Sinir stres derken gece bölük pörçük uykularla, telefona göz atmalarla, 'yok ben ayrılacağım galiba' düşünceleriyle sabahı edersiniz. Sabah bir bakarsınız mesaj! 'Günaydın' yazmış. O sırada aklınızdan küfür dolu uzun cümleler geçse de cevabınız 'günaydın canım' olur.
Sonuçta sevgililiğin de yalnız bir kısmı oluyor, öyle ahım şahım güzel bir olay değil! Sevgilisi olan ve olmayanlara hayatta başarılar dileyip bir sonraki blogumda görüşmek üzere diyorum.
Bu benim ilk blogum. Bu yüzden heyecanlıyım belki ya da sadece bu günden gelen bir heyecan ve kursağımda kalmış bir heyecan da olabilir. Neyse asıl konumuz da zaten bu.

Ama gel gelelim ki yalnızım şu an! Sevgililiğiniz tam rayına oturmadıkça yalnız kalırsınız bunu söyleyebilirim size. Cumartesi akşamında, sevgiliniz potansiyel olarak varken ama fiziksel olarak farklı alemlerdeyken siz yalnızsınızdır. O küçümsediğiniz sevgilisiz kesimden pek bir farkınız da yoktur zaten. Bekleyin siz daha telefon başında. Arar arar tabi! Çok mu yüz verdiniz ne? Ya da çok mu ilgisiz kaldınız da aramıyor, yoksa küstü mü? Dur ben bir mesaj atayım falan derken attınız mesajı. Cevap da yok. Sinir stres derken gece bölük pörçük uykularla, telefona göz atmalarla, 'yok ben ayrılacağım galiba' düşünceleriyle sabahı edersiniz. Sabah bir bakarsınız mesaj! 'Günaydın' yazmış. O sırada aklınızdan küfür dolu uzun cümleler geçse de cevabınız 'günaydın canım' olur.
Sonuçta sevgililiğin de yalnız bir kısmı oluyor, öyle ahım şahım güzel bir olay değil! Sevgilisi olan ve olmayanlara hayatta başarılar dileyip bir sonraki blogumda görüşmek üzere diyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)