Değişmiyor... İnsanlar da, gelenekler de, düşünceler de... Yıllar ne kadar geçerse geçsin aslında teknolojiden başka hiçbir şey değişmiyor. Fakat hayatınıza giren insanlar, bu değişemeyen insanlar, gelip sizi değiştirmek istiyorlar. Neden? Çünkü her şeyi kendilerinin istediği gibi olmasını istiyorlar. Ne kadar modern görünseler de içlerinde ilkellik barındırıyorlar. Bencillik işin içine girdiğinde bence modernlik bitiyor.
Yine 1 yıl daha bitiyor, 1 yıl daha yaşlanıyorum. Mümkünse beni kıracak, değiştirmeye çalışacak, ilkel ama modern görünmeye çalışan, kendine güvenli görünen ama içinde bir ezik barındıran, umursamaz tavırlı, kıskanç mı değil mi tam anlayamadığım, olur olmadık sebeplerle olay çıkaran, iğneli sözleriyle her yanlışı mutlaka her gün başıma kakan, uzaktan bakıldığında sanki bir yabancıymış gibi duran o insan lütfen karşıma çıkmasın. Ne yeni birine ne de o eskisine ihtiyacım var. 2015in benim için kariyerimle ilgili ve kendime değer katacak bir yıl olmasını istiyorum. Kalbimde açılacak delik kalmadı, bu delikleri onarma yılım 2015 olsun. 25. yaşımı bu delikleri onarmakla geçirmek istiyorum.
Arkadaşlarımla daha çok zaman geçirmek, daha çok eğlenmek, daha az üzülmek, depresyona girmemek ve çok fazla düşünmemek istiyorum. İyi yıllar!
21 Aralık 2014 Pazar
21 Kasım 2014 Cuma
Yarım Kalan Hikayeler...
Bu nasıl arabesk bir başlık oldu ya? Ruh halim anca bu kadar, idare ediniz. Yarım kalması için bitmemesi gerekir, ama diğer yandan da bitmiştir ki devam etmiyor. İşte öyle çıkmazlar...
Hani birini çok seversin ama sevgin bitmeden ilişkin biter ya, o zaman yarım kalan sevgindir. O sevgiyi devam ettirmek senin elindedir. Giden bitirmiştir ama kalan yarım kalmıştır, devam ediyordur belki de... Her gün kalan ve giden için yeni umutlar taşıyordur. Kalan giden için, giden ise yeni gelen ya da gelecek olan için...
Bir ilişkiyi başlatmak da bitirmek de kolay değildir. Başlar, seversin ve sonunda ayrılmak zor gelir. Ayrılabilen ya sevmemiştir ya da ayrılmasını gerektirecek, sevgisini bitirecek bir olay yaşamıştır. Eğer ilişki boyutu daha çok arkadaşlık, dostluk içeriyorsa terk edilen taraf kendisini çok yalnız hisseder. Sanki kolu kanadı kırılmıştır ve her gün eski hatıraları arıyordur, her gördüğü şeyi anlatamadığı için içinde biriktirdikleriyle yaşıyordur. Dokunsalar ağlayacak kıvama gelmiştir.
Eğer bu insanlar daha önce de çok kez aynı şekilde ayrılıp tekrar yeniden bir araya gelmişlerse ve bu bir döngü halinde devam ediyorsa terk edilen kişi o gideni hep bekleyecektir. Kırılan vazoyu her defasında yapıştırıp içerisine yeniden çiçekler koyacaktır. Evet, belki kendini kandıracaktır yine ama ne yapsın? Onunla olmak ona her şeyden fazla keyif veriyorsa neden bu küçük mutluluğu kaçırsın ki?
Hani birini çok seversin ama sevgin bitmeden ilişkin biter ya, o zaman yarım kalan sevgindir. O sevgiyi devam ettirmek senin elindedir. Giden bitirmiştir ama kalan yarım kalmıştır, devam ediyordur belki de... Her gün kalan ve giden için yeni umutlar taşıyordur. Kalan giden için, giden ise yeni gelen ya da gelecek olan için...
Bir ilişkiyi başlatmak da bitirmek de kolay değildir. Başlar, seversin ve sonunda ayrılmak zor gelir. Ayrılabilen ya sevmemiştir ya da ayrılmasını gerektirecek, sevgisini bitirecek bir olay yaşamıştır. Eğer ilişki boyutu daha çok arkadaşlık, dostluk içeriyorsa terk edilen taraf kendisini çok yalnız hisseder. Sanki kolu kanadı kırılmıştır ve her gün eski hatıraları arıyordur, her gördüğü şeyi anlatamadığı için içinde biriktirdikleriyle yaşıyordur. Dokunsalar ağlayacak kıvama gelmiştir.
Eğer bu insanlar daha önce de çok kez aynı şekilde ayrılıp tekrar yeniden bir araya gelmişlerse ve bu bir döngü halinde devam ediyorsa terk edilen kişi o gideni hep bekleyecektir. Kırılan vazoyu her defasında yapıştırıp içerisine yeniden çiçekler koyacaktır. Evet, belki kendini kandıracaktır yine ama ne yapsın? Onunla olmak ona her şeyden fazla keyif veriyorsa neden bu küçük mutluluğu kaçırsın ki?
3 Ağustos 2014 Pazar
"Loser" günüm.
Her tür olumsuzluk sanki benim başıma geliyor. Gereksiz şeyleri çok düşündüğümden mi bilmiyorum ama düşünmem gereken şeyleri düşünmüyorum demek ki. Özellikle seyahat anlarımda...
Bu sabah saat 4 gibi uyandım 7:50 uçağına yetişmek için. (Anamur'da hava alanı olmadığı için Gazipaşa/Alanya hava alanını kullanıyoruz.) Çünkü 2 saat süren virajlı bir yol var arada ama ne de olsa sabah erkenden gidiyorum diye eve varınca uyuyacağımı düşünmüştüm. Annemin araba anahtarını bile teslim ettim ama hiç aklıma bu eve nasıl gireceğim gibi bir düşünce gelmedi. Anamur'da araba anahtarından başka anahtar taşımıyorum, eve nasıl girdiğimi boş verin. :) Bütün makyaj malzemelerimi, ayakkabılarımı, kıyafetlerimi aldım ve üstüne babaannemin köy yumurtalarını bile bir şekilde valize sığdırdık annemle.
5:00 servisine yetişmek için babamla yola çıktık, vedalaştık. Yol boyunca uyudum, uçak için check-ini yaptırdım ve sonunda uçağa bindim. Uçak yarım saat rötarlı olacakmış dediler. Yarım saat de geçti. Bir anda nereden aklıma geldiyse evin anahtarlarını düşündüm. Aradım bütün çantalarımı. O anda Anamur'da her gün farklı bir çanta kullandığım ve o anahtarların da hiç kullanmadığım hatta orada bıraktığım bir çantada bıraktığım kafama dank etti. Anneme mesaj attım ve o çantanın orada olup olmadığından emin olmasını istedim yoksa her ihtimale karşı valizi didik didik edecektim.
Uçak İstanbul'a vardığında, daha uçaktan bile çıkamamışken babam aradı. Gayet sakin bir şekilde bana birkaç çilingir numarası verdi çünkü çantam Anamur'da kalmış sayın seyirciler! Servisteyken çilingiri arayıp yarım saat sonra gelmesini istedim. Daha yarım saat bile dolmamışken çilingirle kapıda karşılaştık. Şanslı olduğum tek nokta apartman kapısının açık olmasıydı. Yarım saat soğuk, sıcak, ılık terler dökerek bekledim çilingir beyin kapımı açmasını. Kilidi babam özel korumalı aldığı için neredeyse çilingir de açamıyordu. Sonunda kapım açıldı ve evime kavuştum.
Kilitler değişti, onlarca deneme yapıldı ve ücret ödemeye geldi sıra. Ne kadardır diye tahmin edersiniz? Tam 180 TL istedi adam. Çelik kapı zaten 400 TL falanmış. Keşke kapıyı komple söktürseydim diye düşünmedim değil. Yanımda da o kadar para olmadığı için çilingiri apartmanın önüne bırakıp para çekmeye gittim.
Döndüğümde adam sabırlı bir halde bekliyordu. Parayı verdim, ne zaman istersem çağırabileceğimi söyledi çilingir ve eve çıkayım dedim. Kapı açılmıyor! Zorluyorum ama olmuyor. Madem aramamı çok istedi diyerekten adamı aradım ve çağırdım. Anında geldi, sanki hiç gitmemiş gibi. Yine kapıya birkaç vurdu, bir şeyler taktı, çıkardı. Yine onlarca deneme yaptık ve bu sefer eskisinden de daha iyi oldu.
Verdiğim paraya değdi mi derseniz cevabım hayır. Akılsız başın cezasını cebiniz çekiyor. Siz siz olun önce anahtar, para ve cep telefonlarınızı sakın unutmayın. Kıyafetleri boş verin gitsin!
Bu sabah saat 4 gibi uyandım 7:50 uçağına yetişmek için. (Anamur'da hava alanı olmadığı için Gazipaşa/Alanya hava alanını kullanıyoruz.) Çünkü 2 saat süren virajlı bir yol var arada ama ne de olsa sabah erkenden gidiyorum diye eve varınca uyuyacağımı düşünmüştüm. Annemin araba anahtarını bile teslim ettim ama hiç aklıma bu eve nasıl gireceğim gibi bir düşünce gelmedi. Anamur'da araba anahtarından başka anahtar taşımıyorum, eve nasıl girdiğimi boş verin. :) Bütün makyaj malzemelerimi, ayakkabılarımı, kıyafetlerimi aldım ve üstüne babaannemin köy yumurtalarını bile bir şekilde valize sığdırdık annemle.
5:00 servisine yetişmek için babamla yola çıktık, vedalaştık. Yol boyunca uyudum, uçak için check-ini yaptırdım ve sonunda uçağa bindim. Uçak yarım saat rötarlı olacakmış dediler. Yarım saat de geçti. Bir anda nereden aklıma geldiyse evin anahtarlarını düşündüm. Aradım bütün çantalarımı. O anda Anamur'da her gün farklı bir çanta kullandığım ve o anahtarların da hiç kullanmadığım hatta orada bıraktığım bir çantada bıraktığım kafama dank etti. Anneme mesaj attım ve o çantanın orada olup olmadığından emin olmasını istedim yoksa her ihtimale karşı valizi didik didik edecektim.
Uçak İstanbul'a vardığında, daha uçaktan bile çıkamamışken babam aradı. Gayet sakin bir şekilde bana birkaç çilingir numarası verdi çünkü çantam Anamur'da kalmış sayın seyirciler! Servisteyken çilingiri arayıp yarım saat sonra gelmesini istedim. Daha yarım saat bile dolmamışken çilingirle kapıda karşılaştık. Şanslı olduğum tek nokta apartman kapısının açık olmasıydı. Yarım saat soğuk, sıcak, ılık terler dökerek bekledim çilingir beyin kapımı açmasını. Kilidi babam özel korumalı aldığı için neredeyse çilingir de açamıyordu. Sonunda kapım açıldı ve evime kavuştum.
Kilitler değişti, onlarca deneme yapıldı ve ücret ödemeye geldi sıra. Ne kadardır diye tahmin edersiniz? Tam 180 TL istedi adam. Çelik kapı zaten 400 TL falanmış. Keşke kapıyı komple söktürseydim diye düşünmedim değil. Yanımda da o kadar para olmadığı için çilingiri apartmanın önüne bırakıp para çekmeye gittim.
Döndüğümde adam sabırlı bir halde bekliyordu. Parayı verdim, ne zaman istersem çağırabileceğimi söyledi çilingir ve eve çıkayım dedim. Kapı açılmıyor! Zorluyorum ama olmuyor. Madem aramamı çok istedi diyerekten adamı aradım ve çağırdım. Anında geldi, sanki hiç gitmemiş gibi. Yine kapıya birkaç vurdu, bir şeyler taktı, çıkardı. Yine onlarca deneme yaptık ve bu sefer eskisinden de daha iyi oldu.
Verdiğim paraya değdi mi derseniz cevabım hayır. Akılsız başın cezasını cebiniz çekiyor. Siz siz olun önce anahtar, para ve cep telefonlarınızı sakın unutmayın. Kıyafetleri boş verin gitsin!
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Sıfıra Yakın İlişkiler
Var ile yok arasında giden ilişkiden hayır gelmez...
Araya mesafeler giriyorsa zaten unut sen onu. Mesafe olunca kıskançlık olur, kıskançlık olunca kavga olur ve kavga olunca inceldiği yerden kopar o ilişki. Sonra istediğin kadar yapıştırmaya çalış, o hep kopar. Düğüm atsan bir yere takılır, yine kopar. Olduramazsın bir türlü. Bu sebeple bir ilişki bitiyorsa da arada aşk falan yoktur.
Araya mesafe girmemesine rağmen yine de görüşülmüyorsa ve herkes kendi hayatını kendine göre yaşıyorsa arada aşk yoktur, bağ yoktur. Dolayısıyla birliktelik de yoktur. Kimsenin kendini kandırmasına gerek de yoktur. İki taraftan sadece biri seviyorsa o ilişki bir süre devam ettirilir ama diğer taraf seveni bezdirirse o ilişki yine biter.
Sonuçta bir ilişkinin akıbeti mesafeye değil, aşka ve sevgiye bağlıdır. Yanı başında olup görüşmek istemezsen ya da uzakta olduğu için ona güvenmeyip gereksiz kıskançlıklar yaparsan aşık değilsindir. Aşık değilsen neden diğerini üzüyorsun peki?
Araya mesafeler giriyorsa zaten unut sen onu. Mesafe olunca kıskançlık olur, kıskançlık olunca kavga olur ve kavga olunca inceldiği yerden kopar o ilişki. Sonra istediğin kadar yapıştırmaya çalış, o hep kopar. Düğüm atsan bir yere takılır, yine kopar. Olduramazsın bir türlü. Bu sebeple bir ilişki bitiyorsa da arada aşk falan yoktur.
Araya mesafe girmemesine rağmen yine de görüşülmüyorsa ve herkes kendi hayatını kendine göre yaşıyorsa arada aşk yoktur, bağ yoktur. Dolayısıyla birliktelik de yoktur. Kimsenin kendini kandırmasına gerek de yoktur. İki taraftan sadece biri seviyorsa o ilişki bir süre devam ettirilir ama diğer taraf seveni bezdirirse o ilişki yine biter.
Sonuçta bir ilişkinin akıbeti mesafeye değil, aşka ve sevgiye bağlıdır. Yanı başında olup görüşmek istemezsen ya da uzakta olduğu için ona güvenmeyip gereksiz kıskançlıklar yaparsan aşık değilsindir. Aşık değilsen neden diğerini üzüyorsun peki?
5 Temmuz 2014 Cumartesi
Selam ben, bugün ne yapsak seninle?
Hiç şunu düşündünüz mü? Çevrenizdeki herkes gittiğinde, yanınızda kimse kalmadığında yapabileceğiniz bir etkinlik, zamanınızı doldurabileceğiniz bir şey var mı?
İnsanlar geçicidir, sizin de geçici olduğunuz gibi. Kimse ömür boyu yanınızda olmayacak ve siz de kimsenin yanında olmayacaksınız. Ne yapmaktan hoşlanıyorsunuz? Sorguladınız mı kendinizi? Çoğunuz hayır diyeceksiniz çünkü şimdiye kadar hep yanınızda birileri oldu. Yalnız kalmadınız belki ve belki de hiç "bu yalnız olduğum zaman bitsin de sevdiklerime kavuşayım" diye gün saymadınız.
Sevdiklerinizden uzakta bir hayat yaşıyorsanız, üstelik yalnız yaşıyorsanız bazen bir sese ihtiyacınız oluyor. Bazen bir evdeki tabak, çatal seslerini dinliyorsunuz, bazen başka bir evdeki kahkahalara kulak kabartıyorsunuz. Kendinizle oturup konuşamıyorsunuz, sadece düşünüyorsunuz ama bazen düşünmek bile istemiyorsunuz. Temizlik yapmak, ütü yapmak ya da kendinize bakmak en hareketli etkinlik olarak geliyor size. Kendi kendinize yemek pişirmek istemiyorsunuz, çünkü yemek yeme süreniz çok kısa, sofrada gülüşmeler, muhabbetler olmayınca. Bununla başa çıkabilmek için kendinizi iyi tanımanız ve nelerden hoşlandığınızı iyi bilmeniz gerekli.
Kitap okuyun mesela, hoşlanmadınız mı? O zaman film izleyin, o da mı sarmadı? Sahile gidip kulağınızda müzikle yürüyüş yapın, çay için bir yerde. Hobileriniz nelerdir diye sorulara rastlarız hep. Bize bunları keşfetmemiz için sinyaller göndermişler meğer de farkında değilmişiz... İnsanın en değerli ve en sadık varlığı hobileriymiş meğer.
Bazen kendinizi şımartın. Mesela sorun bakalım, bugün ne yapmak istersin diye. Belki sinemaya gitmek istiyordur, bir yerde akşam yemeği yemek ya da eğlenmek istiyordur. Unutmayın, kendisini mutlu edemeyen insan başka kimseyi mutlu edemez. Kendisini sevmeyen insan başka kimseye kendini sevdiremez. Başkalarına bağımlı yaşayan insanlar ise geleceğin mutsuzlarıdır.
Sevgiler...
İnsanlar geçicidir, sizin de geçici olduğunuz gibi. Kimse ömür boyu yanınızda olmayacak ve siz de kimsenin yanında olmayacaksınız. Ne yapmaktan hoşlanıyorsunuz? Sorguladınız mı kendinizi? Çoğunuz hayır diyeceksiniz çünkü şimdiye kadar hep yanınızda birileri oldu. Yalnız kalmadınız belki ve belki de hiç "bu yalnız olduğum zaman bitsin de sevdiklerime kavuşayım" diye gün saymadınız.
Sevdiklerinizden uzakta bir hayat yaşıyorsanız, üstelik yalnız yaşıyorsanız bazen bir sese ihtiyacınız oluyor. Bazen bir evdeki tabak, çatal seslerini dinliyorsunuz, bazen başka bir evdeki kahkahalara kulak kabartıyorsunuz. Kendinizle oturup konuşamıyorsunuz, sadece düşünüyorsunuz ama bazen düşünmek bile istemiyorsunuz. Temizlik yapmak, ütü yapmak ya da kendinize bakmak en hareketli etkinlik olarak geliyor size. Kendi kendinize yemek pişirmek istemiyorsunuz, çünkü yemek yeme süreniz çok kısa, sofrada gülüşmeler, muhabbetler olmayınca. Bununla başa çıkabilmek için kendinizi iyi tanımanız ve nelerden hoşlandığınızı iyi bilmeniz gerekli.
Kitap okuyun mesela, hoşlanmadınız mı? O zaman film izleyin, o da mı sarmadı? Sahile gidip kulağınızda müzikle yürüyüş yapın, çay için bir yerde. Hobileriniz nelerdir diye sorulara rastlarız hep. Bize bunları keşfetmemiz için sinyaller göndermişler meğer de farkında değilmişiz... İnsanın en değerli ve en sadık varlığı hobileriymiş meğer.
Bazen kendinizi şımartın. Mesela sorun bakalım, bugün ne yapmak istersin diye. Belki sinemaya gitmek istiyordur, bir yerde akşam yemeği yemek ya da eğlenmek istiyordur. Unutmayın, kendisini mutlu edemeyen insan başka kimseyi mutlu edemez. Kendisini sevmeyen insan başka kimseye kendini sevdiremez. Başkalarına bağımlı yaşayan insanlar ise geleceğin mutsuzlarıdır.
Sevgiler...
27 Haziran 2014 Cuma
Haram vizeler
İki gündür sürekli İtalya ve İngiltere konsolosluklarını sapık gibi arayıp duruyorum. Engelleyecekler yakında beni...
Sebebine gelince... Yaklaşık 3 ay önce bir turizm acentesinden klasik İtalya turu satın almıştım. Vize belgelerimi yaklaşık 2 hafta önce teslim ettim ve cevabını bekliyordum. İki gün önce toplantımın tam ortasında telefonum çaldı ve vizemin çıkmadığını söyledi acenteden bir beyefendi. Yani vize görevlisi neredeyse ret basıyormuş da basmasın diye pasaportumu elinden zor almışlar gibi bir hikaye. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmedi değil. Kendimi o kadar hazırlamıştım ki İtalya'ya gitmek için... Zaten hep heyecanlandığım şeyler kursağımda kalmıştır, bu da üstüne darbe oldu. Reddedilme sebebim ise pasaportumun en arka sayfasında bulunan daha önceden İngiltere'den yediğim iki adet ret damgasıydı. Reddin sebebini bile merak etmiyorlardı.
İngiltere'den nasıl ret aldım onu da anlatayım. Geçen sene Pazarlama eğitimi almak için İngiltere'de bir okula başvurmuştum. Okuldan kabul mektubum bile gelmişti. Vize belgelerimi toplarken eğitim danışmanımın belgeler arasına iş yerimden ayrılacağıma dair bir yazı koydurmasından ötürü İngiltere konsolosluğunca işsiz, oraya taşınmayı düşünen, oraya sığınacak bir zavallı gibi görülüp reddi yedim önce. Daha sonra bu redde itiraz ederek yine o eğitim danışmanım vasıtasıyla bu sefer de iş yerinde tekrar çalışacağım fakat departman değiştireceğim için yurt dışında gidip eğitim alacağıma dair bir belge oluşturup patronuma imzalattığım belgeyi koyup tekrar başvurdum. Sonuç yine ret oldu, çünkü bu sefer de zoraki bir belge aldığımı düşünüp inanmamışlar. Bu durumda vazgeçmek kaldı ki zaten okulum başlamak üzereydi zaten.
İtalya vizemin çıkmadığını öğrenince önce ne yapılabilir diye İtalya konsolosluğunu aradım, İtalyanca'msı bir Türkçe'yle "İngiltere'den ret yemişsiniz, bizden de yersiniz" dedi ukalaca. Ben de peki reddin sebebi önemli değil mi diyerek sebebi anlatmaya başladım. Adamın cevabı "O zaman önce İngiltere reddini kaldırın, yoksa bizden ret yersiniz hep" dedi. İçimden çok şey söylemek geçti de neyse burada yazmasam iyi olacak. Daha sonra İngiltere konsolosluğunu aradım ama herhangi bir bilgi vermiyorlarmış. Ben de acentemin vize danışmanlığını aradım. İngiltere'den reddi çekmek diye bir şey olmadığını, başka bir ülkeden başvurulabileceğini ama onun da garanti olmadığını, vize çıksa bile İtalya'dan geri bile döndürülebileceğimi tek çarenin pasaportu yenilemek olduğunu, onun için de zamanın kalmadığını söyledi. Siz siz olun, eğer pasaportunuzda ret damgası varsa boşuna Schengen için başvurmayın, pasaportu yenileyin öyle başvurun. Hem zaman kaybı hem de para.
Ben de kendi seyahatimi babama devretmek istediğimi söyledim çünkü hiçbir şekilde gidemeyecektim. Umarım olumlu çıkar da en azından tur parası yanmaz. Annemle babam İtalya'da mutlu mesut gezsinler, ben de beni kabul eden canım yurdumla baş başa kalayım. Beni bir tek bu ülke kabul ediyor galiba. Neyse hayırlısı...
Sebebine gelince... Yaklaşık 3 ay önce bir turizm acentesinden klasik İtalya turu satın almıştım. Vize belgelerimi yaklaşık 2 hafta önce teslim ettim ve cevabını bekliyordum. İki gün önce toplantımın tam ortasında telefonum çaldı ve vizemin çıkmadığını söyledi acenteden bir beyefendi. Yani vize görevlisi neredeyse ret basıyormuş da basmasın diye pasaportumu elinden zor almışlar gibi bir hikaye. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmedi değil. Kendimi o kadar hazırlamıştım ki İtalya'ya gitmek için... Zaten hep heyecanlandığım şeyler kursağımda kalmıştır, bu da üstüne darbe oldu. Reddedilme sebebim ise pasaportumun en arka sayfasında bulunan daha önceden İngiltere'den yediğim iki adet ret damgasıydı. Reddin sebebini bile merak etmiyorlardı.
İngiltere'den nasıl ret aldım onu da anlatayım. Geçen sene Pazarlama eğitimi almak için İngiltere'de bir okula başvurmuştum. Okuldan kabul mektubum bile gelmişti. Vize belgelerimi toplarken eğitim danışmanımın belgeler arasına iş yerimden ayrılacağıma dair bir yazı koydurmasından ötürü İngiltere konsolosluğunca işsiz, oraya taşınmayı düşünen, oraya sığınacak bir zavallı gibi görülüp reddi yedim önce. Daha sonra bu redde itiraz ederek yine o eğitim danışmanım vasıtasıyla bu sefer de iş yerinde tekrar çalışacağım fakat departman değiştireceğim için yurt dışında gidip eğitim alacağıma dair bir belge oluşturup patronuma imzalattığım belgeyi koyup tekrar başvurdum. Sonuç yine ret oldu, çünkü bu sefer de zoraki bir belge aldığımı düşünüp inanmamışlar. Bu durumda vazgeçmek kaldı ki zaten okulum başlamak üzereydi zaten.
İtalya vizemin çıkmadığını öğrenince önce ne yapılabilir diye İtalya konsolosluğunu aradım, İtalyanca'msı bir Türkçe'yle "İngiltere'den ret yemişsiniz, bizden de yersiniz" dedi ukalaca. Ben de peki reddin sebebi önemli değil mi diyerek sebebi anlatmaya başladım. Adamın cevabı "O zaman önce İngiltere reddini kaldırın, yoksa bizden ret yersiniz hep" dedi. İçimden çok şey söylemek geçti de neyse burada yazmasam iyi olacak. Daha sonra İngiltere konsolosluğunu aradım ama herhangi bir bilgi vermiyorlarmış. Ben de acentemin vize danışmanlığını aradım. İngiltere'den reddi çekmek diye bir şey olmadığını, başka bir ülkeden başvurulabileceğini ama onun da garanti olmadığını, vize çıksa bile İtalya'dan geri bile döndürülebileceğimi tek çarenin pasaportu yenilemek olduğunu, onun için de zamanın kalmadığını söyledi. Siz siz olun, eğer pasaportunuzda ret damgası varsa boşuna Schengen için başvurmayın, pasaportu yenileyin öyle başvurun. Hem zaman kaybı hem de para.
Ben de kendi seyahatimi babama devretmek istediğimi söyledim çünkü hiçbir şekilde gidemeyecektim. Umarım olumlu çıkar da en azından tur parası yanmaz. Annemle babam İtalya'da mutlu mesut gezsinler, ben de beni kabul eden canım yurdumla baş başa kalayım. Beni bir tek bu ülke kabul ediyor galiba. Neyse hayırlısı...
16 Haziran 2014 Pazartesi
Canı yanmış erkek modeli
Erkekler ağlamaz derler. Özellikle bazı erkekler ağlamaz, doğru.
Ağlayan ve ağlamayan erkek olarak ayıralım öncelikle. Ağlayabilen erkek dürüsttür, duygusaldır ve aşıktır. Ağlayamayan erkek ise umursamazdır, iyi bir yalancıdır ve gönlü hovardadır. Bazı erkekler ağlamayı yalanının bir parçası da yaparlar, ona inanan geri zekalı kızlar da günümüzde bir hayli fazladır. İnanmak istiyoruz ne yapalım? Neye inanıp neye inanmayacağımıza bu devirde karar veremez olduk, kabul. Ağlamak bir ölçüt değil, onu söyleyeyim ama bir gösterge.
Peki neden ağlarız? Haksızlığa uğradığımızda, çok sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde (ölü ya da diri), belki değer verdiğimiz bir nesneyi kaybettiğimizde ve hırslıysak çok istediğimiz bir şeye sahip olamadığımızda... Bunlar ağlamak için geçerli sebepler. Şimdi ağlamayan erkekler, böyle bir durumla karşılaşmamış olabilirler. Mesela hiç bir kız tarafından reddedilmemiş olabilirler. Her kız ona kucak açtıysa, istediğini verdiyse çocuğun suçu ne? Neden ağlasın? Şımarık büyüdüyse, her istediği olduysa neden ağlasın? Sevdikleri yanındaysa neden ağlasın? Ağlamıyor diye suçlayacak değiliz elbet ama işte eğer bir erkek hiç ağlamadıysa ona güven olmayacağını da bilmeliyiz. Ağlamayan erkek ağlatır bir kere, üzer.
Bir de canı yanmış erkekleri inceleyelim. Sevdiği kız onu terk etmiş, belki de o kız için ağlamış. Bir süre yalnız kalmış ya da kalmamış ve hemen yerini doldurmaya çalışmış. Hep bir ümitle yine o kızın geri dönmesini beklemiş. Kız dönmemiş, yine üzülmüş, ağlamış ama yine de onu unutmak için elinde tuttuğu kızı kaçırmamak için ona iyi davranmış. Bir gün sevdiği kız ona yeni bir sevgilisi olduğunu söyleyince canı yanan erkek, olayın şokuyla diğer kıza evlenme teklif edip hemen söz yapmışlar. Burada canı yanan erkek, yanındaki kızın canını bir ömür boyu yakacağını bilmiyor mu yoksa bilmek mi istemiyor soru işareti ama büyük bir sinirle nelere yol açıyor bunun da farkında değil ondan eminiz.
Siz hangi tarafta yer almak isterdiniz kızlar? Canı yanan erkeğin mi yoksa can yakan erkeğin mi?
İyi akşamlar
Ağlayan ve ağlamayan erkek olarak ayıralım öncelikle. Ağlayabilen erkek dürüsttür, duygusaldır ve aşıktır. Ağlayamayan erkek ise umursamazdır, iyi bir yalancıdır ve gönlü hovardadır. Bazı erkekler ağlamayı yalanının bir parçası da yaparlar, ona inanan geri zekalı kızlar da günümüzde bir hayli fazladır. İnanmak istiyoruz ne yapalım? Neye inanıp neye inanmayacağımıza bu devirde karar veremez olduk, kabul. Ağlamak bir ölçüt değil, onu söyleyeyim ama bir gösterge.
Peki neden ağlarız? Haksızlığa uğradığımızda, çok sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde (ölü ya da diri), belki değer verdiğimiz bir nesneyi kaybettiğimizde ve hırslıysak çok istediğimiz bir şeye sahip olamadığımızda... Bunlar ağlamak için geçerli sebepler. Şimdi ağlamayan erkekler, böyle bir durumla karşılaşmamış olabilirler. Mesela hiç bir kız tarafından reddedilmemiş olabilirler. Her kız ona kucak açtıysa, istediğini verdiyse çocuğun suçu ne? Neden ağlasın? Şımarık büyüdüyse, her istediği olduysa neden ağlasın? Sevdikleri yanındaysa neden ağlasın? Ağlamıyor diye suçlayacak değiliz elbet ama işte eğer bir erkek hiç ağlamadıysa ona güven olmayacağını da bilmeliyiz. Ağlamayan erkek ağlatır bir kere, üzer.
Bir de canı yanmış erkekleri inceleyelim. Sevdiği kız onu terk etmiş, belki de o kız için ağlamış. Bir süre yalnız kalmış ya da kalmamış ve hemen yerini doldurmaya çalışmış. Hep bir ümitle yine o kızın geri dönmesini beklemiş. Kız dönmemiş, yine üzülmüş, ağlamış ama yine de onu unutmak için elinde tuttuğu kızı kaçırmamak için ona iyi davranmış. Bir gün sevdiği kız ona yeni bir sevgilisi olduğunu söyleyince canı yanan erkek, olayın şokuyla diğer kıza evlenme teklif edip hemen söz yapmışlar. Burada canı yanan erkek, yanındaki kızın canını bir ömür boyu yakacağını bilmiyor mu yoksa bilmek mi istemiyor soru işareti ama büyük bir sinirle nelere yol açıyor bunun da farkında değil ondan eminiz.
Siz hangi tarafta yer almak isterdiniz kızlar? Canı yanan erkeğin mi yoksa can yakan erkeğin mi?
İyi akşamlar
6 Haziran 2014 Cuma
Kendi düşen ağlamaz.
Hata yapmak insanlara mahsustur. Başkasının hatasını kabul etmemek de öyle. Sadece kendi hatalarımızı kabul ediyoruz ve bir başkası hata yaptığında ister istemez sinirleniyoruz. Empati kurmak biraz geç geliyor aklımıza.
Eğer zarar göreceksek kendimizden zarar görmek daha mantıklı geliyor. Mesela kaşlarınızı kendiniz aldınız, bozuk oldu ama sonuçta kendiniz kötü aldınız. Suçu atacak kimse olmadığı için bir şekilde olumlu yanlarını görerek hayatınıza devam ediyorsunuz. Ama eğer kuaför incelttiyse ya da başka bir şekil verdiyse kendinizi çok kötü hissediyorsunuz hatta kızıyorsunuz. Hiçbir şekilde beğenmiyorsunuz ve mutsuz geziyorsunuz.
İş yerinde bir şeyi yanlış yaptınız diyelim. O yanlışı savunacak bin bir türlü mazeret uydurabiliyorsunuz, oysa ki hatanızın farkındasınız ama bunu kendinize yediremiyorsunuz. Diyelim ki bu hatayı iş yerinden başka birisi yapsa onun bu hatasına kayıtsız kalamıyorsunuz, mazeretlerini dinlemek bile istemiyorsunuz.
Birine aşık oldunuz, bağlandınız, sevdiniz diyelim. Zamanı geldiğinde terk edildiğinizde ya da aldatıldığınızda suçu atacak kimseniz yine yok. Yanlış kişiyi seçtiğiniz için suçlu sizsiniz ama o anda aşık olmanın heyecanını yaşarken bu gibi ihtimalleri göz önünde bile bulundurmuyordunuz. Kendiniz aşık olduğunuz, kendiniz seçtiğiniz için yine kimseye bir şey söylemeyerek hayatınıza devam etmeye çalışacaksınız. Eğer arkadaşlarınızın önerdiği bir kişiyle bir ilişkiye başlasaydınız, sonunda aldatıldığınızda ya da terk edildiğinizde o arkadaşlarınızı suçlayıp belki de ilişiğinizi kesecektiniz.
Başkalarına danışmadan aldığınız herhangi bir eşyayı da sorunlu çıktıysa yine siz aldığınız için toz kondurmak istemezsiniz. Sürekli tamir ettirmeye çalışırsınız, temizlersiniz falan filan. Başkası alsaydı eğer değiştirmek için her yolu denerdiniz, ya da birisine danışarak alsaydınız bu sefer aldığınız kişiye güvenmeyecektiniz ve kendinizi rahatlatacaktınız belki de.
Kendimiz karar vermek, uygulamak, yaşayarak öğrenmek için bazen elimizi taşın altına koyuyoruz. Taş bizi ezse de, bize zarar da verse o bizim kararımız diyerek kendimize saygı duyuyoruz ama elimizin üzerine taşı bir başkası koyduysa, elimiz biraz zarar görse o taşı alıp kafasına atmaya çalışıyoruz.
Başkalarını suçlamamak için kendi kararlarımızı kendimiz vermeliyiz diye düşünüyorum. Böylece kimseyi kırmayız ve suçlamayız. Daha az hasarla yolumuza devam ederiz.
Eğer zarar göreceksek kendimizden zarar görmek daha mantıklı geliyor. Mesela kaşlarınızı kendiniz aldınız, bozuk oldu ama sonuçta kendiniz kötü aldınız. Suçu atacak kimse olmadığı için bir şekilde olumlu yanlarını görerek hayatınıza devam ediyorsunuz. Ama eğer kuaför incelttiyse ya da başka bir şekil verdiyse kendinizi çok kötü hissediyorsunuz hatta kızıyorsunuz. Hiçbir şekilde beğenmiyorsunuz ve mutsuz geziyorsunuz.
İş yerinde bir şeyi yanlış yaptınız diyelim. O yanlışı savunacak bin bir türlü mazeret uydurabiliyorsunuz, oysa ki hatanızın farkındasınız ama bunu kendinize yediremiyorsunuz. Diyelim ki bu hatayı iş yerinden başka birisi yapsa onun bu hatasına kayıtsız kalamıyorsunuz, mazeretlerini dinlemek bile istemiyorsunuz.
Birine aşık oldunuz, bağlandınız, sevdiniz diyelim. Zamanı geldiğinde terk edildiğinizde ya da aldatıldığınızda suçu atacak kimseniz yine yok. Yanlış kişiyi seçtiğiniz için suçlu sizsiniz ama o anda aşık olmanın heyecanını yaşarken bu gibi ihtimalleri göz önünde bile bulundurmuyordunuz. Kendiniz aşık olduğunuz, kendiniz seçtiğiniz için yine kimseye bir şey söylemeyerek hayatınıza devam etmeye çalışacaksınız. Eğer arkadaşlarınızın önerdiği bir kişiyle bir ilişkiye başlasaydınız, sonunda aldatıldığınızda ya da terk edildiğinizde o arkadaşlarınızı suçlayıp belki de ilişiğinizi kesecektiniz.
Başkalarına danışmadan aldığınız herhangi bir eşyayı da sorunlu çıktıysa yine siz aldığınız için toz kondurmak istemezsiniz. Sürekli tamir ettirmeye çalışırsınız, temizlersiniz falan filan. Başkası alsaydı eğer değiştirmek için her yolu denerdiniz, ya da birisine danışarak alsaydınız bu sefer aldığınız kişiye güvenmeyecektiniz ve kendinizi rahatlatacaktınız belki de.
Kendimiz karar vermek, uygulamak, yaşayarak öğrenmek için bazen elimizi taşın altına koyuyoruz. Taş bizi ezse de, bize zarar da verse o bizim kararımız diyerek kendimize saygı duyuyoruz ama elimizin üzerine taşı bir başkası koyduysa, elimiz biraz zarar görse o taşı alıp kafasına atmaya çalışıyoruz.
Başkalarını suçlamamak için kendi kararlarımızı kendimiz vermeliyiz diye düşünüyorum. Böylece kimseyi kırmayız ve suçlamayız. Daha az hasarla yolumuza devam ederiz.
19 Nisan 2014 Cumartesi
İlk çekim deneyimim
Artık amatör de olsa bir oyuncuyum.
Bu sabah aldığım bir telefon sayesinde ilk oyunculuk deneyimim gerçekleşti. Rolüm ise gazetecilik. Sabah kahvaltımı yarıda bırakarak sanki arkamdan atlı kovalıyormuşçasına evden çıkıp otobüsle kendimi Taksim'e attım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden, hangi dizi için aradıklarını bilmeden bu maceraya atıldım. Neyse ki kostümüm beğenildi de değiştirmek zorunda kalmadım.
Öncelikle bizi bir odaya aldılar ve rolümüzün nasıl olacağını bilmeden bekledik diğer insanlarla. Gazetecilerin sırası geldiğinde bizi bahçe kapısına aldılar ve neler yapmamız gerektiğini öğütlediler. Elime de metal, çok ağır ve eski tip bir fotoğraf makinesi verdiler. Röportaj yapabilmek için arbede yaratmamız ve olay çıkarmamız gerekiyordu. Zavallı eski fotoğraf makinemin ön merceği de bu arbededen nasibini alarak çekim sırasında kendini yere attı. Aynı zamanda topuklu ayakkabımın topukları da yerdeki mazgalların arasına girdi de neyse ki düşmedim. Bu ilk sahneydi.
İkinci sahnede istediğimizi alıp röportaj yapıyorduk. Bu sahne baya kalabalıktı. Ben zavallı kameram düşmesin diye sıkı sıkı tutarken bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Rolüm buydu sadece ama 10 defadan fazla çekmişizdir bu sahneyi. Artık kollarım o ağır makineyi tutmaktan uyuşmuş ve karnım iyice acıkmıştı. Dizi çekimi zor işmiş gerçekten.
Yarın sabah 7.30'da çekimde olmam gerekiyor. Bu sefer belki replik verecekler. Hangi dizi olduğunu söylemeyeceğim, belki kötü çıkmışımdır. Rezil olmayayım. Bakalım neler olacak...
Bu sabah aldığım bir telefon sayesinde ilk oyunculuk deneyimim gerçekleşti. Rolüm ise gazetecilik. Sabah kahvaltımı yarıda bırakarak sanki arkamdan atlı kovalıyormuşçasına evden çıkıp otobüsle kendimi Taksim'e attım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden, hangi dizi için aradıklarını bilmeden bu maceraya atıldım. Neyse ki kostümüm beğenildi de değiştirmek zorunda kalmadım.
Öncelikle bizi bir odaya aldılar ve rolümüzün nasıl olacağını bilmeden bekledik diğer insanlarla. Gazetecilerin sırası geldiğinde bizi bahçe kapısına aldılar ve neler yapmamız gerektiğini öğütlediler. Elime de metal, çok ağır ve eski tip bir fotoğraf makinesi verdiler. Röportaj yapabilmek için arbede yaratmamız ve olay çıkarmamız gerekiyordu. Zavallı eski fotoğraf makinemin ön merceği de bu arbededen nasibini alarak çekim sırasında kendini yere attı. Aynı zamanda topuklu ayakkabımın topukları da yerdeki mazgalların arasına girdi de neyse ki düşmedim. Bu ilk sahneydi.
İkinci sahnede istediğimizi alıp röportaj yapıyorduk. Bu sahne baya kalabalıktı. Ben zavallı kameram düşmesin diye sıkı sıkı tutarken bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Rolüm buydu sadece ama 10 defadan fazla çekmişizdir bu sahneyi. Artık kollarım o ağır makineyi tutmaktan uyuşmuş ve karnım iyice acıkmıştı. Dizi çekimi zor işmiş gerçekten.
Yarın sabah 7.30'da çekimde olmam gerekiyor. Bu sefer belki replik verecekler. Hangi dizi olduğunu söylemeyeceğim, belki kötü çıkmışımdır. Rezil olmayayım. Bakalım neler olacak...
12 Nisan 2014 Cumartesi
Kadınlar için yazdım.
Eski yazılarıma bir göz attım da her şey hakkında yazmışım neredeyse. En çok "kadınlar neden aramaz?" yazım tıklanmış, bunu fark ettim. Neden bu kadar merak edildiğini anlayamadım sadece. Umarım merak edenleri tatmin etmişimdir.
Neyse, kadınların neden aramadığını bırakalım da erkeklerin neden aramadığına gelelim. Kısa ve net bir yanıtı olduğunu biliyorum ama bunu irdelemek istedim. Hoşlanmadığı için aramıyor diyeceksiniz. Doğru, ama sizden çok büyük darbe almış olma ya da başkasından hoşlanma ihtimalleri de yüksekte.
Öncelikte erkekleri irdeleyelim. "Ciddi bir ilişki düşünmüyorum" diye ortalıkta gezinen erkekler hiç samimi değilsiniz! Henüz bir ilişkiniz bitmiş, bekarlığın sultanlığı derdindesiniz farkındayız. "Nefes alsın yeter" düşüncesiyle dili dışarıda gezen erkekler ise çok samimi diye onları da sevecek değiliz tabi ama bunun ortası nedir? "Evlenmek istiyorum" diye dolaşanlardan da kaçıyoruz bu arada. Hemen evlenmek istiyor diye atlayacak değiliz, biz hazır mıyız önce buna da bakmak lazım değil mi? Belki biraz hoşumuza gidiyor olabilir evlenmek isteyen erkek tipleri ama tanımadan bunun olmayacağı da aşikar iken böyle düşünüyor diye o adamla evlenilmez. Bakmış ki çevresindekiler onu bir an önce everecek, o da bari kendi beğendiğim kişiyle evleneyim diye açmış dört gözünü aranıyor. Bu da samimi gelmiyor.
Öncelikle siz yukarıdaki düşüncelerden hangisine sahip bir erkekle birlikte olmak istiyorsunuz da aramasını bekliyorsunuz? Aramasını beklediğiniz insan yukarıdaki özelliklere uymamalı, önce bunu düşünün ve yeniden değerlendirin.
Gelelim sevilecek erkek tiplerine... Yıllardır arkadaş gibi dertleşip, sırlarınızı paylaştığınız, sizi destekleyen, yanınızdan hiç ayrılmayan, sizi paltolara montlara sarıp üzerine bir de zincirlemeyen, yani kıskançlıklarıyla sıkmayan, heyecanınızın asla bitmediği, gülüşüne hayran olduğunuz, çirkin olduğunuzu düşündüğünüz anlarda bile size prensesmişsiniz gibi hissettiren, sizi güldüren erkekleri sevin, koruyun. Nesilleri tükenmemesi gereken ama gün geçtikçe tükenen erkeklerdir onlar. Fark ettiyseniz güven veren konusuna girmedim, çünkü az önce söylediklerim zaten kulağa güven verici geliyordur.
Aramadıklarında üzülmeniz gereken erkekler bunlardır. Tekrar aramalarını sağlamak gibi stratejilerim yok, stratejiye karşıyım. Karşılıklı olmasından yanayım her zaman. Kimseyi çantanıza atıp üzerine fermuar çekemezsiniz. Tabi aramıyor diye de depresif gezmenizin bir anlamı yok, elbette böyle insanlar çıkar karşınıza tabi, böyle insanlar çıkmadan önce 3. paragraftaki erkeklere pas vermediyseniz.
Öyle işte... İyi hafta sonları!
Neyse, kadınların neden aramadığını bırakalım da erkeklerin neden aramadığına gelelim. Kısa ve net bir yanıtı olduğunu biliyorum ama bunu irdelemek istedim. Hoşlanmadığı için aramıyor diyeceksiniz. Doğru, ama sizden çok büyük darbe almış olma ya da başkasından hoşlanma ihtimalleri de yüksekte.
Öncelikte erkekleri irdeleyelim. "Ciddi bir ilişki düşünmüyorum" diye ortalıkta gezinen erkekler hiç samimi değilsiniz! Henüz bir ilişkiniz bitmiş, bekarlığın sultanlığı derdindesiniz farkındayız. "Nefes alsın yeter" düşüncesiyle dili dışarıda gezen erkekler ise çok samimi diye onları da sevecek değiliz tabi ama bunun ortası nedir? "Evlenmek istiyorum" diye dolaşanlardan da kaçıyoruz bu arada. Hemen evlenmek istiyor diye atlayacak değiliz, biz hazır mıyız önce buna da bakmak lazım değil mi? Belki biraz hoşumuza gidiyor olabilir evlenmek isteyen erkek tipleri ama tanımadan bunun olmayacağı da aşikar iken böyle düşünüyor diye o adamla evlenilmez. Bakmış ki çevresindekiler onu bir an önce everecek, o da bari kendi beğendiğim kişiyle evleneyim diye açmış dört gözünü aranıyor. Bu da samimi gelmiyor.
Öncelikle siz yukarıdaki düşüncelerden hangisine sahip bir erkekle birlikte olmak istiyorsunuz da aramasını bekliyorsunuz? Aramasını beklediğiniz insan yukarıdaki özelliklere uymamalı, önce bunu düşünün ve yeniden değerlendirin.
Gelelim sevilecek erkek tiplerine... Yıllardır arkadaş gibi dertleşip, sırlarınızı paylaştığınız, sizi destekleyen, yanınızdan hiç ayrılmayan, sizi paltolara montlara sarıp üzerine bir de zincirlemeyen, yani kıskançlıklarıyla sıkmayan, heyecanınızın asla bitmediği, gülüşüne hayran olduğunuz, çirkin olduğunuzu düşündüğünüz anlarda bile size prensesmişsiniz gibi hissettiren, sizi güldüren erkekleri sevin, koruyun. Nesilleri tükenmemesi gereken ama gün geçtikçe tükenen erkeklerdir onlar. Fark ettiyseniz güven veren konusuna girmedim, çünkü az önce söylediklerim zaten kulağa güven verici geliyordur.
Aramadıklarında üzülmeniz gereken erkekler bunlardır. Tekrar aramalarını sağlamak gibi stratejilerim yok, stratejiye karşıyım. Karşılıklı olmasından yanayım her zaman. Kimseyi çantanıza atıp üzerine fermuar çekemezsiniz. Tabi aramıyor diye de depresif gezmenizin bir anlamı yok, elbette böyle insanlar çıkar karşınıza tabi, böyle insanlar çıkmadan önce 3. paragraftaki erkeklere pas vermediyseniz.
Öyle işte... İyi hafta sonları!
5 Nisan 2014 Cumartesi
Hayalin biri bin para...
Bunu da yapmadım demem galiba...
Bir akşam iş ilanlarını incelerken oyunculuk ilanına rastladım. Kuzenimin hep hayaliydi, fakat benim aklıma gelmemişti hiç. Tamam şakacıyım, kandırmayı, şaşırtmayı, yalan söylemeyi falan beceririm ama oyunculuk konusunda hiç iddiam yoktu. Kuzenime ilanı gösterdim, "Hadi başvursana" dedim. O da "Sen de başvurursan başvururum" dedi. Kaybedecek bir şeyim olmadığı için iyi deyip başvurdum ben de. Ne de olsa aramazlar diye düşünüyordum.
Cumartesi günü şarjımın bittiği bir anda tanımadığım bir numara aramış. Ben de geri aradım ama meşgul çaldı. Hemen sonrasında o numara tekrar aradı. Başvurduğum ajanstan arıyorlarmış, CVmi olumlu bulmuşlar(ki CVmde iğrenç bir vesikalık fotoğrafım ve oyunculukla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir özgeçmişim vardı nesini olumlu bulduklarını anlayamadım ama neyse) falan filan... "Pazar günü görüşmeye gelebilir misiniz" diye sordular, ben de kabul ettim. Hemen kuzenimi aradım. Onu da tanımadığı numara aramış o da açmamış. Hemen araması gerektiğini söyledim ve onu da aynı gün görüşmeye çağırdılar. Bu arada Kıvanç Tatlıtuğ ile başrolde oynamak gibi hayaller gözümün önünde canlandı. Hemen evden koşarak çıkıp kuaförüme koştum. Saçlara boya, ellere manikür falan ne gerekiyorsa yaptırdım. Kuafördekilere de oyuncu olursam baş kuaförüm olacaklarına söz verdim. Akşam amcamlara yemeğe gittik, orada da hayaller havada uçuştu. Tabi gece heyecandan ikimiz de uyuyamadık ve sabah alarmdan önce uyandık. Güzelce kahvaltımızı yaptık, giyindik, süslendik ve o halimizle metrobüse bindik. Şansımıza kalabalık değildi. Kalabalık olmadığı zamanlar da olduğuna hayret ettim. Neyse erkenden gideceğimiz yere ulaştık. Ajansa girdiğimizde bizi hemen toplantı salonuna alıp başvuru formu doldurttular. Sonra tek tek görüşmeye çağırdılar. Görüşmeyi hiç öyle hayal etmemiştim. Sanki onlar bizi bu iş konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu arada bizi bir reklam kampanyasının yeni yüzü olmak için çağırmışlardı. CVlerden 30 kişi elemişler ve bu 30 kişiden de 5 kişi eleyeceklermiş. Reklam kampanyasının bütçesi gayet iyiymiş, bir reklam çekimi için 2000-5000 TL arasında ücret veriyorlarmış, bunun için de fotoğraflar ve videolar çekmeleri gerekiyormuş. Görüşme yapan kadına "Kuzenimle konuşabilir miyim karar vermeden önce?" diye sorduğumda "Kuzeniniz şu anda çekimde" cevabını alınca anladım ki ben de kabul etmeliyim. :) Her şeye tamam deyip başladım çekim için sıramı beklemeye. Sıra bana geldiğinde heyecanım doruklardaydı ama hala orada ne işim olduğunu düşünmüyor değildim. Öncelikle amatör bir kameraman (belki de daha çocuktu bilemiyorum) beni karşıladı. Önce normal bir poz, sonrasında sırayla şaşırmış, korkmuş, boş bakan, gülümseyerek sağdan ve soldan, eller belde gibi çeşitli pozlar verdim. Tabi nasıl çıktığım konusunda hiçbir fikrim yoktu, göstermediler de neyse hayırlısı. Fotoğraf çekimlerinden sonra benden kendim hakkında, neden oraya geldiğim hakkında bir konuşma yapmamı istediler ve bunu da videoya çektiler. Heyecandan hobilerimi söylemeyi unuttum ama burada söyleyeyim: blog yazmak, kitap okumak, seyahat etmek. Bu videodan sonra da rol yapmamı istediler. Senaryo şöyleydi: İşten eve geliyorum, sevgilimi evde arıyorum ama bulamıyorum, masada bir mektup görüyorum, mektubu okuyorum, sevgilim beni terk etmiş, önce şaşırıyorum, sonra üzülüyorum, sonra da kızıyorum ve olay bitiyor. İşten eve geldim, sevgilimi aradım, odalara bakıyormuşum gibi yaptım. Ama orada aklıma gelen ilk isimle bağırmaya başladım: "Adnaan nerdesin?" Burada yemin edebilirim ki Adnan diye ne bir sınıf arkadaşım, ne bir akrabam ne de tanıdığım vardı. Herhalde Aşk-ı Memnu'ya gitti benim hayaller! :) Adnan kimse artık... Neyse sonra mektubu okurken bütün söylenilenleri de yaptım ama orada gerçekten başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş hissini canlandırdığıma inanıyorum ki öyle hissetmiştim. En sonunda mektubu yere fırlatarak rolümü tamamladım. Kameramanın hiçbir pozuma, hiçbir hareketime olumsuz bir tepki göstermemesi de çok ilginçti. Bu sebeple çekimlerim çok kısa bir süre içerisinde bitti. İlk çekim deneyimimi de böyle yaşadım. 2-3 haftaya kadar haber vereceklerini söylediler ve oradan ayrıldık.
Ertesi gün işyerinde iş arkadaşlarımla bana dizi beğendik. Kurt Seyit'in evleneceği Türk kızı olabilirim, buna karar verdik. İyi ki Muhteşem Yüzyıl bu sezon sona eriyor, yoksa kesin cariye olurdum. Hatta işyerindeki sekreter menajerim olmayı teklif etti. Hayaller aleminde yaşıyoruz bu aralar, hayırlısı...
Bir akşam iş ilanlarını incelerken oyunculuk ilanına rastladım. Kuzenimin hep hayaliydi, fakat benim aklıma gelmemişti hiç. Tamam şakacıyım, kandırmayı, şaşırtmayı, yalan söylemeyi falan beceririm ama oyunculuk konusunda hiç iddiam yoktu. Kuzenime ilanı gösterdim, "Hadi başvursana" dedim. O da "Sen de başvurursan başvururum" dedi. Kaybedecek bir şeyim olmadığı için iyi deyip başvurdum ben de. Ne de olsa aramazlar diye düşünüyordum.
Cumartesi günü şarjımın bittiği bir anda tanımadığım bir numara aramış. Ben de geri aradım ama meşgul çaldı. Hemen sonrasında o numara tekrar aradı. Başvurduğum ajanstan arıyorlarmış, CVmi olumlu bulmuşlar(ki CVmde iğrenç bir vesikalık fotoğrafım ve oyunculukla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir özgeçmişim vardı nesini olumlu bulduklarını anlayamadım ama neyse) falan filan... "Pazar günü görüşmeye gelebilir misiniz" diye sordular, ben de kabul ettim. Hemen kuzenimi aradım. Onu da tanımadığı numara aramış o da açmamış. Hemen araması gerektiğini söyledim ve onu da aynı gün görüşmeye çağırdılar. Bu arada Kıvanç Tatlıtuğ ile başrolde oynamak gibi hayaller gözümün önünde canlandı. Hemen evden koşarak çıkıp kuaförüme koştum. Saçlara boya, ellere manikür falan ne gerekiyorsa yaptırdım. Kuafördekilere de oyuncu olursam baş kuaförüm olacaklarına söz verdim. Akşam amcamlara yemeğe gittik, orada da hayaller havada uçuştu. Tabi gece heyecandan ikimiz de uyuyamadık ve sabah alarmdan önce uyandık. Güzelce kahvaltımızı yaptık, giyindik, süslendik ve o halimizle metrobüse bindik. Şansımıza kalabalık değildi. Kalabalık olmadığı zamanlar da olduğuna hayret ettim. Neyse erkenden gideceğimiz yere ulaştık. Ajansa girdiğimizde bizi hemen toplantı salonuna alıp başvuru formu doldurttular. Sonra tek tek görüşmeye çağırdılar. Görüşmeyi hiç öyle hayal etmemiştim. Sanki onlar bizi bu iş konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu arada bizi bir reklam kampanyasının yeni yüzü olmak için çağırmışlardı. CVlerden 30 kişi elemişler ve bu 30 kişiden de 5 kişi eleyeceklermiş. Reklam kampanyasının bütçesi gayet iyiymiş, bir reklam çekimi için 2000-5000 TL arasında ücret veriyorlarmış, bunun için de fotoğraflar ve videolar çekmeleri gerekiyormuş. Görüşme yapan kadına "Kuzenimle konuşabilir miyim karar vermeden önce?" diye sorduğumda "Kuzeniniz şu anda çekimde" cevabını alınca anladım ki ben de kabul etmeliyim. :) Her şeye tamam deyip başladım çekim için sıramı beklemeye. Sıra bana geldiğinde heyecanım doruklardaydı ama hala orada ne işim olduğunu düşünmüyor değildim. Öncelikle amatör bir kameraman (belki de daha çocuktu bilemiyorum) beni karşıladı. Önce normal bir poz, sonrasında sırayla şaşırmış, korkmuş, boş bakan, gülümseyerek sağdan ve soldan, eller belde gibi çeşitli pozlar verdim. Tabi nasıl çıktığım konusunda hiçbir fikrim yoktu, göstermediler de neyse hayırlısı. Fotoğraf çekimlerinden sonra benden kendim hakkında, neden oraya geldiğim hakkında bir konuşma yapmamı istediler ve bunu da videoya çektiler. Heyecandan hobilerimi söylemeyi unuttum ama burada söyleyeyim: blog yazmak, kitap okumak, seyahat etmek. Bu videodan sonra da rol yapmamı istediler. Senaryo şöyleydi: İşten eve geliyorum, sevgilimi evde arıyorum ama bulamıyorum, masada bir mektup görüyorum, mektubu okuyorum, sevgilim beni terk etmiş, önce şaşırıyorum, sonra üzülüyorum, sonra da kızıyorum ve olay bitiyor. İşten eve geldim, sevgilimi aradım, odalara bakıyormuşum gibi yaptım. Ama orada aklıma gelen ilk isimle bağırmaya başladım: "Adnaan nerdesin?" Burada yemin edebilirim ki Adnan diye ne bir sınıf arkadaşım, ne bir akrabam ne de tanıdığım vardı. Herhalde Aşk-ı Memnu'ya gitti benim hayaller! :) Adnan kimse artık... Neyse sonra mektubu okurken bütün söylenilenleri de yaptım ama orada gerçekten başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş hissini canlandırdığıma inanıyorum ki öyle hissetmiştim. En sonunda mektubu yere fırlatarak rolümü tamamladım. Kameramanın hiçbir pozuma, hiçbir hareketime olumsuz bir tepki göstermemesi de çok ilginçti. Bu sebeple çekimlerim çok kısa bir süre içerisinde bitti. İlk çekim deneyimimi de böyle yaşadım. 2-3 haftaya kadar haber vereceklerini söylediler ve oradan ayrıldık.
Ertesi gün işyerinde iş arkadaşlarımla bana dizi beğendik. Kurt Seyit'in evleneceği Türk kızı olabilirim, buna karar verdik. İyi ki Muhteşem Yüzyıl bu sezon sona eriyor, yoksa kesin cariye olurdum. Hatta işyerindeki sekreter menajerim olmayı teklif etti. Hayaller aleminde yaşıyoruz bu aralar, hayırlısı...
29 Mart 2014 Cumartesi
Sessizler çok sevildi.
Bu ülkede sessizler çok sevildi, seviliyor.
Küçükken sessiz, sakin, kimseye karışmaz, kendi halinde bir çocuktum. Yaşıma göre olgun davrandığımı söyleyenler, kötü bir şey mi yaşamış acaba da böyle sessiz bu çocuk diye düşünenler çoktu çevremde. Hayır, hiç öyle kötü bir olay ne yaşadım ne de kötü olaylara şahit oldum küçüklüğümde. Sesli olup şımaracak bir şey de yaşamadım. Daha doğrusu sesimi çıkarmama neden olacak hiçbir şey olmadı. Bu sebeple çok sevildim. Gerektiğinde konuşmayı doğru bulmuşumdur her zaman. Şimdi konuşuyorum çünkü gerekiyor. Belki şimdi sevilmiyorsam eğer bundandır diye düşünüyorum.
Apolitik bir insandım eskiden ama öyle bir duruma geldik ki politik olmaya başladım. Zorlandım buna bilmediğim sebeplerden ötürü. Zorlandım derken, "konuş!" diyen olmadı tabi. Kendisi gibi düşünmeyen insanları değiştirmeye çalışan ve toptan ortadan kaldırmaya çalışan insanlardan nefretimdendir diye düşünüyorum.
Tayyip ilk iktidar olduğunda ben daha küçüktüm. Çevremden de kötü bir şey duymuyordum onun hakkında. Tek duyduğum sabıkalı olduğuydu. Olsun demiştim, insan bir kere hata yapar. Diğer insanlar da öyle düşündü demek ki seçtiler diye düşünüyordum. Dedim ya o zaman politik değildim diye. İkinci kez iktidar olmadan önce insanlarda gözler açılmaya başlamıştı. Benim ilk oy kullanma zamanıma denk geliyordu, o zaman da belliydi aslında Tayyip'in oyunları ama yine uyanamadı halkımız, yine o aldı seçimi. Yine sustuk, yine sevildik.
Her şey geçen sene Mayıs ayı sonunda değişti. Gezi parkına tek yürek olup girmek, diğer şehirlerden akın akın insanların gelmesi bir başkaldırının sembolüydü ve o ölen masumlar, öldüren polisler, biber gazları, akrepler, tomalar, basınçlı sular, yaralanmalar, gözaltılar öyle gözlerimizi açtı ki susamadım. Bunlara bile "yok artık" derken üstüne yolsuzluklar, hırsızlıklar, öldürmeler, tapeler ve insanların özgürleştiği sosyal medya yasakları eklendi. Artık bu ortamda sadece konuşmamız da yetmeyecek, oy vererek bağırmamız gerekecek.
Şimdi öyle bir ülkedeyiz ki ne yargıya inanıyoruz, ne bizi yönetenlere ne de seçimlerin doğruluğuna. Belki değil bence kesinlikle yarınki seçimde hileler hurdalar yaşayacağız ama bu sefer susmayacağız. Hep birlikte bağırmalıyız. İstedikleri kadar sevmesinler bizi, bizim ülkemizi sevmememizden daha önemli değil ya!
Küçükken sessiz, sakin, kimseye karışmaz, kendi halinde bir çocuktum. Yaşıma göre olgun davrandığımı söyleyenler, kötü bir şey mi yaşamış acaba da böyle sessiz bu çocuk diye düşünenler çoktu çevremde. Hayır, hiç öyle kötü bir olay ne yaşadım ne de kötü olaylara şahit oldum küçüklüğümde. Sesli olup şımaracak bir şey de yaşamadım. Daha doğrusu sesimi çıkarmama neden olacak hiçbir şey olmadı. Bu sebeple çok sevildim. Gerektiğinde konuşmayı doğru bulmuşumdur her zaman. Şimdi konuşuyorum çünkü gerekiyor. Belki şimdi sevilmiyorsam eğer bundandır diye düşünüyorum.
Apolitik bir insandım eskiden ama öyle bir duruma geldik ki politik olmaya başladım. Zorlandım buna bilmediğim sebeplerden ötürü. Zorlandım derken, "konuş!" diyen olmadı tabi. Kendisi gibi düşünmeyen insanları değiştirmeye çalışan ve toptan ortadan kaldırmaya çalışan insanlardan nefretimdendir diye düşünüyorum.
Tayyip ilk iktidar olduğunda ben daha küçüktüm. Çevremden de kötü bir şey duymuyordum onun hakkında. Tek duyduğum sabıkalı olduğuydu. Olsun demiştim, insan bir kere hata yapar. Diğer insanlar da öyle düşündü demek ki seçtiler diye düşünüyordum. Dedim ya o zaman politik değildim diye. İkinci kez iktidar olmadan önce insanlarda gözler açılmaya başlamıştı. Benim ilk oy kullanma zamanıma denk geliyordu, o zaman da belliydi aslında Tayyip'in oyunları ama yine uyanamadı halkımız, yine o aldı seçimi. Yine sustuk, yine sevildik.
Her şey geçen sene Mayıs ayı sonunda değişti. Gezi parkına tek yürek olup girmek, diğer şehirlerden akın akın insanların gelmesi bir başkaldırının sembolüydü ve o ölen masumlar, öldüren polisler, biber gazları, akrepler, tomalar, basınçlı sular, yaralanmalar, gözaltılar öyle gözlerimizi açtı ki susamadım. Bunlara bile "yok artık" derken üstüne yolsuzluklar, hırsızlıklar, öldürmeler, tapeler ve insanların özgürleştiği sosyal medya yasakları eklendi. Artık bu ortamda sadece konuşmamız da yetmeyecek, oy vererek bağırmamız gerekecek.
Şimdi öyle bir ülkedeyiz ki ne yargıya inanıyoruz, ne bizi yönetenlere ne de seçimlerin doğruluğuna. Belki değil bence kesinlikle yarınki seçimde hileler hurdalar yaşayacağız ama bu sefer susmayacağız. Hep birlikte bağırmalıyız. İstedikleri kadar sevmesinler bizi, bizim ülkemizi sevmememizden daha önemli değil ya!
23 Mart 2014 Pazar
Durmak yok, tacize devam!
Merhaba! Bu Pazar günüm de olaylı geçti. Bu sefer taksi değil, yine bir ulaşım aracı olan metrobüs sayesinde...
Gayet güzel bir sabahtı oysa ki. Çok gizli işler yaptık kuzenimle şimdi anlatamam anca olursa anlatabilirim şimdilik sır olsun. :) Sonra arkadaşlarımızla buluştuk, güneşli ve bol sohbetli bir gün olarak başlamıştık güne. Dönüş metrobüsüne kadar neşemiz devam ediyordu.
Metrobüse Kazlıçeşme mitingi kalabalığını yararak girmeyi başarabilmiştik. Arkamızdaki kız da telefonda mitinge gittiğini falan anlatıyordu bir arkadaşına. Neyse kuzenimle arada bir yere sıkışmış, sinirden gülüyorduk. Ben onun kolunu tutuyordum, düşmemek için. Bir yandan da bacaklarımın üstünde bir kütle hissediyordum, tahminim kuzenimin eli ya da çantasının olması yönündeydi. Bir anda kuzenim kendine yer buldu ve iç kısımlara doğru ilerledi. Ama benim bacaklarımın üzerindeki kütle eksilmedi. Yanımda da sadece bir kişi vardı kütle sahibi olacak. Önce acaba yan kesici mi diye ceplerimin açık olup olmadığını kontrol ettim. Hayır, açık değildi. Derken elimi aşağıya kaydırdığımda yanımdaki adamın elini yakaladım. Resmen elleriyle beni okşuyordu. Bir anda "Ne yapıyorsun sapık herif!" diye bağırıverdim. O kadar sinirlenmiştim ki adamı o anda tokatlama isteği geldi ama malum sıkışıklığımızdan dolayı bir şey yapamadım. Adam da "Aa elim orada mı kalmış"gibi uyuz bir tepki verdi. Ben de "hıı elin orda kalmış şerefsiz" deyip bi anda kendimi şoförün yanındaki boşluğa attım, çantamla her yerimi kapattım.Yanımızda sırtı dönük duran polis hiç oralı olmadı. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz, kimlere emanetiz anlayamıyorum. Polis bugünkü mitingde görevini tamamlamış, taptığı adama olan korumasını yerine getirmiş, belki birkaç kişiyi olay çıkarmasın diye öldüresiye dövmüş evine gidiyor ve metrobüste taciz olmasına karşı gösterecek herhangi bir gücü ya da yetkisi yoktu büyük ihtimalle. İşte böyle bir ülkede yaşıyoruz! Orada bana tecavüz de etse kimsenin umurunda olmayacak diye düşünüyordum ki bir anda bir çığlık duydum. Mitinge gittiğini anlatan kadındı bağıran. Sapık adam bu sefer de ona ellerken kadın kendini tutamamış. "Seni buraya bindiğimden beri takip ediyordum, defol git buradan, şerefsiz! Gördünüz mü yine elliyordu" diyerek adama tekme atmaya başladı. Arkadan yaşlı bir amca "Boşver kızım, büyütme, sessiz olalım" falan gibi birkaç kelime gevelerken kahraman kızımız "Ne sessiz olacağım amca, senin kızına, bacına aynı şeyleri yapsa da susar mısın, hepiniz nasıl erkeklersiniz de böyle şeylere göz yumuyorsunuz?" diyerek cevabı yapıştırdı. Sonra bana döndü, "sen de şahitsin değil mi?" diye sordu. Ben de "Evet, sapık adam az önce bana da elliyordu, üstelik polis bile yanımızdaydı, arkasına dönüp bile bakmadı" dedim. Metrobüstekiler "Ayıp, yuh" gibi laflarla adamı kınadılar. Sapık adam da en sonunda "İneyim ben" deyip ilk durakta indi. Tabi inerken de bana sürtünerek beni ilginç bir şekilde ittirdi.
Bu olayı sadece benim yaşadığıma inanmıyorum. Her gün belki onlarca kadın bu gibi olaylara maruz kalıyor ve olayı kapatmamızı söyleyen amca gibi ya da dönüp bakmayan polis gibi konuyu kapatıyorlar ve bu gibi sapık adamlar da metrobüslerde nasıl bir cinsel sapkınlıksa yaşayıp evlerine ellerini kollarını sallaya sallaya gidiyorlar. Siz istediğiniz kadar interneti yasaklayın, içki yasağı koyun, kızlı erkekli takılıyorlar diye evleri basın. Ne olacak suçlar azalacak mı? Sadece başörtülü kadınların değil , böyle bastırılmış bir toplumda yaşayan her kadının hayatı tehlikede bunu asla unutmayın!
Gayet güzel bir sabahtı oysa ki. Çok gizli işler yaptık kuzenimle şimdi anlatamam anca olursa anlatabilirim şimdilik sır olsun. :) Sonra arkadaşlarımızla buluştuk, güneşli ve bol sohbetli bir gün olarak başlamıştık güne. Dönüş metrobüsüne kadar neşemiz devam ediyordu.
Metrobüse Kazlıçeşme mitingi kalabalığını yararak girmeyi başarabilmiştik. Arkamızdaki kız da telefonda mitinge gittiğini falan anlatıyordu bir arkadaşına. Neyse kuzenimle arada bir yere sıkışmış, sinirden gülüyorduk. Ben onun kolunu tutuyordum, düşmemek için. Bir yandan da bacaklarımın üstünde bir kütle hissediyordum, tahminim kuzenimin eli ya da çantasının olması yönündeydi. Bir anda kuzenim kendine yer buldu ve iç kısımlara doğru ilerledi. Ama benim bacaklarımın üzerindeki kütle eksilmedi. Yanımda da sadece bir kişi vardı kütle sahibi olacak. Önce acaba yan kesici mi diye ceplerimin açık olup olmadığını kontrol ettim. Hayır, açık değildi. Derken elimi aşağıya kaydırdığımda yanımdaki adamın elini yakaladım. Resmen elleriyle beni okşuyordu. Bir anda "Ne yapıyorsun sapık herif!" diye bağırıverdim. O kadar sinirlenmiştim ki adamı o anda tokatlama isteği geldi ama malum sıkışıklığımızdan dolayı bir şey yapamadım. Adam da "Aa elim orada mı kalmış"gibi uyuz bir tepki verdi. Ben de "hıı elin orda kalmış şerefsiz" deyip bi anda kendimi şoförün yanındaki boşluğa attım, çantamla her yerimi kapattım.Yanımızda sırtı dönük duran polis hiç oralı olmadı. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz, kimlere emanetiz anlayamıyorum. Polis bugünkü mitingde görevini tamamlamış, taptığı adama olan korumasını yerine getirmiş, belki birkaç kişiyi olay çıkarmasın diye öldüresiye dövmüş evine gidiyor ve metrobüste taciz olmasına karşı gösterecek herhangi bir gücü ya da yetkisi yoktu büyük ihtimalle. İşte böyle bir ülkede yaşıyoruz! Orada bana tecavüz de etse kimsenin umurunda olmayacak diye düşünüyordum ki bir anda bir çığlık duydum. Mitinge gittiğini anlatan kadındı bağıran. Sapık adam bu sefer de ona ellerken kadın kendini tutamamış. "Seni buraya bindiğimden beri takip ediyordum, defol git buradan, şerefsiz! Gördünüz mü yine elliyordu" diyerek adama tekme atmaya başladı. Arkadan yaşlı bir amca "Boşver kızım, büyütme, sessiz olalım" falan gibi birkaç kelime gevelerken kahraman kızımız "Ne sessiz olacağım amca, senin kızına, bacına aynı şeyleri yapsa da susar mısın, hepiniz nasıl erkeklersiniz de böyle şeylere göz yumuyorsunuz?" diyerek cevabı yapıştırdı. Sonra bana döndü, "sen de şahitsin değil mi?" diye sordu. Ben de "Evet, sapık adam az önce bana da elliyordu, üstelik polis bile yanımızdaydı, arkasına dönüp bile bakmadı" dedim. Metrobüstekiler "Ayıp, yuh" gibi laflarla adamı kınadılar. Sapık adam da en sonunda "İneyim ben" deyip ilk durakta indi. Tabi inerken de bana sürtünerek beni ilginç bir şekilde ittirdi.
Bu olayı sadece benim yaşadığıma inanmıyorum. Her gün belki onlarca kadın bu gibi olaylara maruz kalıyor ve olayı kapatmamızı söyleyen amca gibi ya da dönüp bakmayan polis gibi konuyu kapatıyorlar ve bu gibi sapık adamlar da metrobüslerde nasıl bir cinsel sapkınlıksa yaşayıp evlerine ellerini kollarını sallaya sallaya gidiyorlar. Siz istediğiniz kadar interneti yasaklayın, içki yasağı koyun, kızlı erkekli takılıyorlar diye evleri basın. Ne olacak suçlar azalacak mı? Sadece başörtülü kadınların değil , böyle bastırılmış bir toplumda yaşayan her kadının hayatı tehlikede bunu asla unutmayın!
16 Mart 2014 Pazar
Hey taksi!
Her gün ya da haftada bir mecbur kaldığımız insanlardır taksiciler. Belki bunu bildiklerinden bazen ters davranırlar, istersen bin istersen in gibi umurlarında olmayan tavırlar sergilerler. Bazen de sohbet etmeyi severler, bu sefer senin konuşasın gelmez.
Geçenlerde bir gün İsveçli müşterilerimi otellerinden alıp taksiyle ofise götürüyordum. Taksici amcanın kafasına bazı sorular takıldı, bana da illa sormam için baskı yaptı. Merak ettiği konu da onların Türkiye'yi nasıl gördüğü, gezi olaylarına nasıl bir tepki verdikleri falan filan. Neyse o kadar baskıya dayanamadım sordum ben de. Cevapları olumluydu, Türkiye'yle iyi ilişkileri olduğunu, gezi olaylarına bir yorum yapacak kadar bilgilerinin olmadığıydı. Taksici amca ise tatmin olmadı, nasıl bilmezler diye söylendi. Ben de ne yapayım adamlar müşterimiz yani, onları sıkboğaz edecek halim yok ya. Neyse konuyu değiştirdi taksici amca bu sefer fix sorulan "Nerelisin" muhabbetine geldi konu. Oldum olası anlamamışımdır bu soruyu. İzmir'de yaşarken kimse sormuyordu, İstanbul'da neden bu kadar popüler bir soru olduğuna hala anlam veremesem de adamcağızı cevapladım, yoksa bizim İsveçlileri sıkıştıracaktı.

Bir başka taksicimiz ise kısa mesafe sebebiyle benimle kavga eşiğine gelmeyi başardı. Ben ki sabırlı, ılımlı, uyumlu biri olarak bilirdim kendimi, gel gör ki o tavırlardan sonra dayanamadım. Sabah geç kalkmışım, uyuyakalmışım, işe yetişmeye çalışıyorum. Zaten dolu geçen taksilerden bir tane boş taksi zar zor bulmuşum. Adama gideceğim yeri anlatmaya kalmadan, "orda çok trafik olur", "ters kalır orası" falan gibi isteksiz isteksiz konuşunca tepemin tası attı. Her gün gittiğim yolda hiçbir zaman trafikte kalmamışım, sanki bilmiyormuşum gibi işine gelmeyince gitmiyor abimiz. Neyse orda sabrımı korudum, adamı ikna etmeye başladım çünkü başka bir taksi bulmak zor olurdu. Sonra adam bir de "yürüsen 10 dakika abla" dediğinde işte orada beni kimse tutamadı. "Yürüsem 10 dakika ama ben bayılıyor muyum sana para vermeye de biniyorum taksine be adam, geç kalmasam biner miyim?" deyip kapıyı çarpıp çıktım. İner inmez de başka bir taksi buldum ve yoluma devam ettim. Sabahımı zehir etti bir taksici.
Bu gibi talihsiz olayların dışında bazı taksiciler çok iyiydi. Demet Akalın'ın şarkılarını arabeske çevirerek söyleyen mi diyeyim, yoksa diyet yemek tarifleri veren mi, ya da esprileriyle güldürmeye çalışan mı? Komiklikleriyle neşelenmemi sağlayan taksici amcalar da gördüm.
Gün geçtikçe taksicilere daha çok muhtaç olmaya başladığımızın farkındayım. Kendi arabam olsa, bakımı, benzini, park parası, yol bulması, içkiliyken binememe, park bulması hepsi ayrı dert şu İstanbul'da. Ne yapalım, yağmurdan kaçarken doluya da tutulsak mecburuz taksilere. İstedikleri kadar metro yapsınlar...
Geçenlerde bir gün İsveçli müşterilerimi otellerinden alıp taksiyle ofise götürüyordum. Taksici amcanın kafasına bazı sorular takıldı, bana da illa sormam için baskı yaptı. Merak ettiği konu da onların Türkiye'yi nasıl gördüğü, gezi olaylarına nasıl bir tepki verdikleri falan filan. Neyse o kadar baskıya dayanamadım sordum ben de. Cevapları olumluydu, Türkiye'yle iyi ilişkileri olduğunu, gezi olaylarına bir yorum yapacak kadar bilgilerinin olmadığıydı. Taksici amca ise tatmin olmadı, nasıl bilmezler diye söylendi. Ben de ne yapayım adamlar müşterimiz yani, onları sıkboğaz edecek halim yok ya. Neyse konuyu değiştirdi taksici amca bu sefer fix sorulan "Nerelisin" muhabbetine geldi konu. Oldum olası anlamamışımdır bu soruyu. İzmir'de yaşarken kimse sormuyordu, İstanbul'da neden bu kadar popüler bir soru olduğuna hala anlam veremesem de adamcağızı cevapladım, yoksa bizim İsveçlileri sıkıştıracaktı.

Bir başka taksicimiz ise kısa mesafe sebebiyle benimle kavga eşiğine gelmeyi başardı. Ben ki sabırlı, ılımlı, uyumlu biri olarak bilirdim kendimi, gel gör ki o tavırlardan sonra dayanamadım. Sabah geç kalkmışım, uyuyakalmışım, işe yetişmeye çalışıyorum. Zaten dolu geçen taksilerden bir tane boş taksi zar zor bulmuşum. Adama gideceğim yeri anlatmaya kalmadan, "orda çok trafik olur", "ters kalır orası" falan gibi isteksiz isteksiz konuşunca tepemin tası attı. Her gün gittiğim yolda hiçbir zaman trafikte kalmamışım, sanki bilmiyormuşum gibi işine gelmeyince gitmiyor abimiz. Neyse orda sabrımı korudum, adamı ikna etmeye başladım çünkü başka bir taksi bulmak zor olurdu. Sonra adam bir de "yürüsen 10 dakika abla" dediğinde işte orada beni kimse tutamadı. "Yürüsem 10 dakika ama ben bayılıyor muyum sana para vermeye de biniyorum taksine be adam, geç kalmasam biner miyim?" deyip kapıyı çarpıp çıktım. İner inmez de başka bir taksi buldum ve yoluma devam ettim. Sabahımı zehir etti bir taksici.
Bu gibi talihsiz olayların dışında bazı taksiciler çok iyiydi. Demet Akalın'ın şarkılarını arabeske çevirerek söyleyen mi diyeyim, yoksa diyet yemek tarifleri veren mi, ya da esprileriyle güldürmeye çalışan mı? Komiklikleriyle neşelenmemi sağlayan taksici amcalar da gördüm.
Gün geçtikçe taksicilere daha çok muhtaç olmaya başladığımızın farkındayım. Kendi arabam olsa, bakımı, benzini, park parası, yol bulması, içkiliyken binememe, park bulması hepsi ayrı dert şu İstanbul'da. Ne yapalım, yağmurdan kaçarken doluya da tutulsak mecburuz taksilere. İstedikleri kadar metro yapsınlar...
9 Mart 2014 Pazar
Olmuyorsa zorlamayacaksın!
Neden başkalarını kısıtlamak, sahiplenmek ya da ruhunu ele geçirmek derdindeyiz ki?
Bırakın nasıl istiyorlarsa öyle davransınlar... Diktatörlük taslamanın ne alemi var yani? Tamam öyle bir hükümetimiz olabilir(!), bizim de öyle olmamız anlamına gelmiyor ki...
Bir kişiyi olduğu gibi kabul edebilmek gerçekten büyük bir işmiş, becerebilene tebrikler! Sizi istemeyen kişilere de saygı göstermek gerekir. Belli bir saatten sonra sorulan hesap, hesap değildir. O baya baya tacizdir.
Herkes kendisi için yaşıyor bu devirde. Evet, güvenecek limanlar da çok uzakta, hatta karanın gölgesi bile görünmüyor. Ne yapalım, hayat devam ediyor sonuçta...
Biraz umutlu olalım. Bir kere giden kaybetmiştir, tamam. Her kaybın sonunda bir kazanç vardır elbet. Neden kendimizi kedere verelim? Her işte bir hayır vardır derler. Niye üzülelim?
Başkalarını üzmekten hoşlanacak kadar sadist değilimdir, hiçbir zaman da olmadım, olamadım. Hep önce kendimi üzdüm sonra başkalarını... Artık büyüdüm sanırım ki önlemimi alabiliyorum. 17 yaşımı dolduralı çok oldu ve ben yaşımı şu an çok iyi hissediyorum. Büyümek, mantıklı olabilmek ve kendi kararını kendin alabilmekmiş. Bu demek değil ki başkalarını dinlemeyeceksin. Tabi ki dinleyeceksin, dinlemelisin. Fakat hep başkalarını dinlersen kendi sesini unutursun, bunu da öğrendim. O yüzden kulağımda seslerle kendi yolumdan yürüyorum. Ne bir hesabım var verecek, ne de hata mı yaptım acaba diye dönüp arkama bakacak zamanım...
Bırakın nasıl istiyorlarsa öyle davransınlar... Diktatörlük taslamanın ne alemi var yani? Tamam öyle bir hükümetimiz olabilir(!), bizim de öyle olmamız anlamına gelmiyor ki...
Bir kişiyi olduğu gibi kabul edebilmek gerçekten büyük bir işmiş, becerebilene tebrikler! Sizi istemeyen kişilere de saygı göstermek gerekir. Belli bir saatten sonra sorulan hesap, hesap değildir. O baya baya tacizdir.
Herkes kendisi için yaşıyor bu devirde. Evet, güvenecek limanlar da çok uzakta, hatta karanın gölgesi bile görünmüyor. Ne yapalım, hayat devam ediyor sonuçta...
Biraz umutlu olalım. Bir kere giden kaybetmiştir, tamam. Her kaybın sonunda bir kazanç vardır elbet. Neden kendimizi kedere verelim? Her işte bir hayır vardır derler. Niye üzülelim?
Başkalarını üzmekten hoşlanacak kadar sadist değilimdir, hiçbir zaman da olmadım, olamadım. Hep önce kendimi üzdüm sonra başkalarını... Artık büyüdüm sanırım ki önlemimi alabiliyorum. 17 yaşımı dolduralı çok oldu ve ben yaşımı şu an çok iyi hissediyorum. Büyümek, mantıklı olabilmek ve kendi kararını kendin alabilmekmiş. Bu demek değil ki başkalarını dinlemeyeceksin. Tabi ki dinleyeceksin, dinlemelisin. Fakat hep başkalarını dinlersen kendi sesini unutursun, bunu da öğrendim. O yüzden kulağımda seslerle kendi yolumdan yürüyorum. Ne bir hesabım var verecek, ne de hata mı yaptım acaba diye dönüp arkama bakacak zamanım...
18 Ocak 2014 Cumartesi
Yalnızlık da bir ihtiyaç...
http://www.youtube.com/watch?v=DrL_Gdh5scQ
Yalnızlık da bir ihtiyaçtır. Bazen mutlu da olsan mutsuz da olsan yalnız kalmak isteyebilirsin. Düşünmek ya da düşünmemek için yalnız kalmak istersin.
Yakın arkadaşlarınla birlikteysen muhtemelen senin konuşmak istemediğin şeyleri tekrar tekrar soracaklardır. Çok yakından tanımadığın insanlar da seni tanıyabilmek için yine soru soracaklardır. Oysa sen anlatmak istiyor musun diye düşünmezler. Yalnız kaldığında ise kafanı bu konulardan uzaklaştırmak için kitap okuyabilirsin, alışveriş yaparsın, sinemaya gidersin vs.
Geçen gün Pazar sabahı İstiklal'e gidip yalnız başıma kahvaltı yapmak istedim. Kuzenime söylediğimde kuzenim;"Bize mi küstün?", "Neden gidiyorsun?", "Kahvaltı yapalım birlikte..." gibi tepkiler verirken annem; "Neden yalnız gidiyorsun?" ,"Kuzenin de gelseydi...", "Sıkılmaz mısın?" gibi tepkiler verdi. Belki yalnız olmak istiyorum, yalnız olmak için bile onay almam mı gerek?
Toplumumuzda yalnızlık da hoş karşılanmıyor tabi ki. Örneğin, bara tek başına giden insanlar hakkında direkt olarak "aranıyordur" düşüncesi yaratılmıştır. Belki canını sıkan bir şey oldu ve o da içmek istiyor olamaz mı? Veyahut ailesiyle yaşayan bir genç, başka bir aileye misafirliğe gitmeyip evde yalnız kalmayı tercih etse bu sefer "asosyal" ya da "yabani" olarak adlandırılır. Belki genç evde yalnız kalıp kafa dinlemek istiyordur, olamaz mı? İnsanları yalnız da rahat bırakamayan bir toplumuz. Arkadaşlarıyla olmak istese neler söylenir, o konulara hiç girmeyeyim.
Gel gelelim yalnızlık seçim meselesi de değildir. Kimse sürekli yalnız olmak istemez tabi... Bazen zorunda bırakılırız, bazen de kötü yaşamaktan daha iyi bir seçenek gibi gözümüze çarpar. Hani "denize düşen yılana sarılır" meselesi gibi. Umudumuz olduktan sonra yalnızlık da geçici olarak hayat kurtarır.
İnsanın yalnızlığı da yaşaması, tatması gerekir. Sonuçta yalnız ölmeyecek miyiz, tıpkı yalnız doğduğumuz gibi?
Yalnızlık da bir ihtiyaçtır. Bazen mutlu da olsan mutsuz da olsan yalnız kalmak isteyebilirsin. Düşünmek ya da düşünmemek için yalnız kalmak istersin.
Yakın arkadaşlarınla birlikteysen muhtemelen senin konuşmak istemediğin şeyleri tekrar tekrar soracaklardır. Çok yakından tanımadığın insanlar da seni tanıyabilmek için yine soru soracaklardır. Oysa sen anlatmak istiyor musun diye düşünmezler. Yalnız kaldığında ise kafanı bu konulardan uzaklaştırmak için kitap okuyabilirsin, alışveriş yaparsın, sinemaya gidersin vs.
Geçen gün Pazar sabahı İstiklal'e gidip yalnız başıma kahvaltı yapmak istedim. Kuzenime söylediğimde kuzenim;"Bize mi küstün?", "Neden gidiyorsun?", "Kahvaltı yapalım birlikte..." gibi tepkiler verirken annem; "Neden yalnız gidiyorsun?" ,"Kuzenin de gelseydi...", "Sıkılmaz mısın?" gibi tepkiler verdi. Belki yalnız olmak istiyorum, yalnız olmak için bile onay almam mı gerek?
Toplumumuzda yalnızlık da hoş karşılanmıyor tabi ki. Örneğin, bara tek başına giden insanlar hakkında direkt olarak "aranıyordur" düşüncesi yaratılmıştır. Belki canını sıkan bir şey oldu ve o da içmek istiyor olamaz mı? Veyahut ailesiyle yaşayan bir genç, başka bir aileye misafirliğe gitmeyip evde yalnız kalmayı tercih etse bu sefer "asosyal" ya da "yabani" olarak adlandırılır. Belki genç evde yalnız kalıp kafa dinlemek istiyordur, olamaz mı? İnsanları yalnız da rahat bırakamayan bir toplumuz. Arkadaşlarıyla olmak istese neler söylenir, o konulara hiç girmeyeyim.
Gel gelelim yalnızlık seçim meselesi de değildir. Kimse sürekli yalnız olmak istemez tabi... Bazen zorunda bırakılırız, bazen de kötü yaşamaktan daha iyi bir seçenek gibi gözümüze çarpar. Hani "denize düşen yılana sarılır" meselesi gibi. Umudumuz olduktan sonra yalnızlık da geçici olarak hayat kurtarır.
İnsanın yalnızlığı da yaşaması, tatması gerekir. Sonuçta yalnız ölmeyecek miyiz, tıpkı yalnız doğduğumuz gibi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)